17 Ekim 2012 Çarşamba

Çok Yiyen Az Çalışır!

 
İster eğitimci, ister öğrenci ve isterse iş insanı olsun bedeninden performans bekleyen herkes öncelikle yediklerine ve hayat tarzına dikkat etmelidir. Çünkü çok yemek vücuda ağırlık verir, işe odaklanmayı engeller, bedeni sürekli uyku moduna sokar ve hayat kalitesini düşürür. Eğer kurduğunuz saate rağmen sabah gözlerinizi açamıyorsanız, bedeniniz alarm veriyor demektir. Bu durum, “Çok yiyorsunuz, az çalışacaksınız” anlamına da geliyor.
Psikolog değilim. Bu yüzden tembelliğin psikolojik yönünden ziyade fizyolojik boyutuyla ilgili yazacağım.
Yaklaşık 15 yıldır çok çalışan iş insanlarını izliyorum ve bunu nasıl yapabildiklerini sorguluyor, yazıyorum. Dolayısıyla yazacaklarım bizzat gözlem ve deneyime dayanıyor.
İzlediklerimden beni en çok etkileyeni eski başkanımdı. Kendisi Türkiye’nin en dikkat çekici girişimcilik öyküsünün kahramanıydı, hâlâ da öyle… Tekstille başlayan ticari hayatına teknolojiyi ekledi. Onda da bugün, dünya çapında bir aktör oldu. İlerleyen yaşına rağmen çok zinde gözükmesi, sabahları yaptığı sporla açıklanıyordu. Fakat bütün bunları, mesai başlamadan yapıyordu. Yani sabahları çok erken kalkıyordu. Önce yürüyüş, ardından da yüzme… Başkan, Türkiye’nin farklı coğrafi bölgelerindeki iş yerlerini her gün bizzat ziyaret ediyordu. Bunun için bir de helikopteri vardı. Onu zinde tutan faktörlerden birisi spordu, diğer sırrı ise yedikleriydi. Bu konuda da prensibini hiç bozmazdı.
Geçenlerde bir dostum çok kilo aldığından yakınıyor ve bunu da akşamları katıldığı iş yemekleriyle açıklıyordu. ‘Ne yapayım, mecburen yiyorum’ diye kendini savunuyordu. Oysa başkan
böyle bahanelere sığınmıyordu. Çünkü başkanı olduğu kurumun özel yemeklerinde bile fiks menü yerine kendi mütevazi tabağını tercih ediyordu. Tüm katılımcılar her türlü leziz yemekten yerken kendisi yeşillik ve peynirden oluşan tabağı ile yetiniyordu. Evet, Türkiye’nin en zenginlerindendi, hatta dünya çapında bir şahsiyetti, ancak fakir gibi besleniyordu. İlave yiyeceği her şeyin kendisine bir ağırlık yapacağını ve ertesi gün kendisini işinden alıkoyacağını biliyordu. Bir işkolik olarak bunu kabul edemezdi.
Acıkmış olarak uyanın!
Çok çalışan insanlarda bu kadar ileri boyutta olmasa da benzer yaklaşımları gözlemledim. Kesinlikle yemeklere çok dikkat ediyorlar ve spor yapıyorlar. Bunun için sahaya çıkacak sporcuları düşünelim… Yediklerine dikkat etmeden ve kondüsyon tutmadan performans sergilemeleri mümkün mü? Bu yüzden ister eğitimci, ister öğrenci ve isterse iş insanı olsun bedeninden performans bekleyen herkes öncelikle yediklerine ve hayat tarzına dikkat etmeli.
Dolayısıyla biz de öncelikle işe yiyeceklerden başlayacağız. Bunun için, “Sabah yiyeceği altın, öğlen gümüş, akşam ise kurşun değerindedir.” sözünü şiar edineceğiz. Çünkü meselenin asıl kaynağını akşam yemekleri oluşturuyor.
Akşamları ne kadar geç, ağır ve çok yerseniz o kadar uyku kaliteniz düşer. Eğer bu şekilde bir yemek yemişseniz muhtemelen sabah erken kalkmayacaksınız ve kendinizi dayak yemiş gibi hissedeceksiniz. Çünkü gece boyunca bedeniniz o ağır yemekleri sindirmekle meşgul olacak, dolayısıyla dinlenemeyecek.
Misal olarak bilgisayarı hatırlatmak istiyorum. Bir biri ardınca birkaç programı açmak istediğinizde bilgisayarınız kilitlenir ve bir programa takıldıysa onu açmadan diğerine geçemez. Bilgisayarı yeniden başlatmak durumunda kalırsınız. İşte geç, ağır ve çok yenen akşam yemekleri, vücudumuzun mekanizmasını kilitleyen bir etkiye sebep oluyor. Eğer kurduğunuz saate rağmen sabah gözlerinizi açamıyorsanız siz de kendi kendinizi kilitlemişsiniz demektir. Oysa çalışmanız ve yapmanız gereken bir sürü iş vardır.
Peki, doğrunun ölçüsü nedir?
Saat kurmadan ve kendiliğinizden, sabah ezanı okunuyorken uyanabiliyorsanız, akşam beslenmesini doğru yapmışsınız demektir. Kulluk ve manevi vazifelerden sonra, kendinizi kahvaltı yapma isteğinde hissediyorsanız, bu da doğru bir gösterge olarak görülebilir. Çeşit ve miktarda çok abartıya kaçmadan, klasik bir kahvaltıyla verimli bir iş gününe hazırsınız demektir. Dolayısıyla “Sabah kahvaltı yapamıyorum.”mazeretini de ortadan kaldırmış oldunuz.
Esasında sabah kahvaltı yapamama da tamamen akşam yediklerinizle ilgilidir. Akşam yediklerinizi hazmedemediğiniz için sabah kahvaltı yapamıyorsunuz. Sabah kahvaltısı olmadığı için de öğlen çok acıkıyorsunuz ve muhtemelen yine ağır kaçırıyorsunuz. Gün ortasında da bir ağırlıktır çöküyor üzerinize, bu da yanlış bir tarz… Çünkü gün ortasındaki çok yemek de sizi işe odaklanmaktan alıkoyacaktır ve verimli bir performans sergilemenize mani olacaktır. Vücudunuz yemeği hazmettiğinde kendinize geleceksiniz. Ancak bu sefer, gün bitmiş ve işler hâlâ yapılmayı bekliyor olacak. Bu durum sizi psikolojik olarak da rahatsız edecek.
Akşam yemeğinde de yine ölçüyü kaçırırsanız, bu sefer ertesi günü de riske atacaksınız. Bir süre sonra yönetici ve patronunuz performansınızı sorgulamaya başlayacak ve biletinizi kesecek maalesef.
Diyetisyene götürmeyen prensipler
Esasında hangi öğün olarsa olsun yemekte temel prensip, Peygamberimizin (s.a.v.) sünneti seniyyesi ve onun varislerinin hayat tarzıdır. Klasik eserlerimizde, her türlü detayını bulabileceğimiz bu hayati prensipler, şu anda diyetisyenler tarafından kliniklerde parayla satılıyor. Sünneti seniyyeye uyan birisi için böyle bir ihtiyaç olamaz.
Asr-ı Saâdette, hükümdarlardan biri Hz. Peygamber (s.a.s.)’e hizmet için bir doktor göndermişti. Bu tabip, Rasul-i Ekrem’in yanında uzun müddet kalarak ashâb ve ehl-i beytten hastaları tedâvi için beklemiş, fakat tedâviye çok az kimsenin muhtaç olduğuna şâhit olarak memleketine dönmek için izin isteyince, az hastalanmanın sebebi hakkında Hz. Peygamber, “Ashâbın iyice acıkmadıkça yemek yemediklerini ve yemekten iyice doymadan ayrıldıklarını” söylemiştir.
Tasavvuf büyükleri, hep açlığı övmüşler, çok yemeyi kötülemişlerdir. Şimdi aynısını diyetisyenler de söylüyor. Hem de para karşılığında…
Yeme konusunda insanlar üç kısımdır: Bir grup vardır, her yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu, câhil takımın amelidir. Bir grup vardır, acıktığı zaman, açlığı örtecek kadar (aşırılığa kaçmaksızın doyuncaya kadar) yer. Bir grup da vardır ki, bunlar nefislerini açlığa mahkûm ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini kırıp, dizginlemek murad ederler. Bunlar, yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler. (Kütüb-i Sitte, C. 11, S. 128) Peygamberimiz, aza kanaat etme, az yeme ve beraber yiyenlerin sayısı arttıkça yemeğin bereketinin de artacağı konusunda şöyle buyurur:
“İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhâri, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178 -2058-; Tirmizî, Et’ıme 21 -1821-;Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 20, 52, 928).
Bu hadisin İbn Mâce’de gelen bir rivâyeti ise şöyledir: “Bir kişinin yemeği iki kişiye kâfidir. İki kişinin yemeği üç-dört kişiye kâfidir. Dört kişinin yemeği, beş-altı kişiye kâfidir.” “Birlikte yiyin, ayrı ayrı yemeyin; zira beraber olunca bir kişilik yemek, iki kişiye de yeter.”
 
KAYNAK:http://insanvehayat.com/cok-yiyen-az-calisir/

Röportaj: Ekibe Üye Nasıl Seçilir?

 
Ali İhsan Ağır (ARGE ve Proje Danışmanı) ile bir röportaj gerçekleştirdik.
 
Hangi durumlarda ekip kurulur?
En basit işler için bile ekip kurmak, ekip ruhuyla çalışmak lazım. Çünkü ekip denildiğinde işin bir sahibi, bir de takipçisi vardır. Ekip ruhu ise meseleye hep birden sarılmak manasına gelir.
 
Ekip üyeleri nasıl seçilir?
Ekip üyelerinin birbirini bilen, yakın insanlar olmasında fayda var. Arzu edilmeyen şey, özel yakınlıkların ekip içerisinde kilitlenmeye ya da çatışmaya sebep olmasıdır. Bu noktada, gerekiyorsa ekip üyelerine eğitim vermek lazımdır.
 
Ekipte çalışacak kişilerden ne beklenir?
Ekibe katılacak kişinin teknik ve kurumsal beceriye sahip olmasıdır. Bazı kişilerde teknik olarak bir beceri olmayabilir. Mesela bir evrak düzenlenecek, bunun için fiş kesilmesi icap ediyordur; ancak ekipte bazı kişiler fiş kesmeyi beceremeyebilir. Fakat bu kişi aynı zamanda ekip ruhu ile çalışır. Teknik olarak eksik olduğu nokta tamamladığında ekibe tam uyum sağlayacaktır. Ekibe katılanlar genelde teknik olarak kendini yatkın hissettiği görevi seçer.
 
Ekip liderinin ekip içerisindeki tavrı nasıl olmalı?
Ekip başının araya mesafe koyan, daima emir cümleleriyle konuşan ve sert bir yapıya sahip olduğu durumlarda bazı sakıncalar çıkabiliyor. (Emir cümleleri rica şeklinde, bir arzu bir istek şeklinde söylenmeli). Meseleler net görülemiyor. Sümen altı edilen hadiseler oluyor. En mühimi de bütün her şey ekip liderinin meselesiymiş gibi anlaşılıyor ve ekip ruhu kayboluyor.
Ekip lideri zaman zaman öne çıkmalı; ama bazen de ekibinin çalışmasına fırsat vermelidir. Ekip lideri zayıf kalıyor gibi görülebilir. Bu, ekip ruhunun oluşması ve üyelerin inisiyatif almaları için önemlidir.
 
Ekip içerisindeki ortak dil?
Birçok ekip başı kendisiyle ötekiler arasında bir ilişki kuruyor; ancak bunu isimlendirmek lazım. Giyim kuşam gibi, geliş gidiş gibi, selamlaşma gibi, biri birlerine hitap ederken kullanacakları kelimeler, dışarıda duruşları, şakalaşırken bile şaka sınırlarının belirlenmesi hatta yazılması gerekir. Yazılmıyor ise baştan itibaren mizaca yönelik eksi ve artıların söylenmesi gerekir. Çünkü ekipte hem kişiler problem çözecek, becerili olacak hem de ekip başı.
 
Zor zamanlarda nasıl hareket edilmeli?
Zaten ekip işi zorluk işidir. Sultan Abdülhamid Han dönemi buna en güzel misal olur. O dönemde maliye küçülmekteydi, dışarıdan çeşitli taarruzlar oluyordu. Düşmanlar biraya gelmeye başlamış, o şartların içerisinde yeni okul yapılmış, hicaz demiryolu projesi yapılmış. Bütün bunlar zor zamanlarda kurulan ekip ruhuyla oluyor. Ekonomi kötü zannedilirken dünyaya parmak ısırtacak projeler yapılmış.
 
Ekipte tenkit nasıl olmalı?
Bizde eleştiri deyince kavgaya beş dakika kala anlaşılıyor. Eleştiri istişare gibi olmalı ki ekibe fayda versin. Ekip içerisinde “meseleleri sorgulayabilen biri” en az bir kişi olmalı. Bu kişi bildiğini yöneticisine karşı dile getirebilecek, olumlu manada muhalefet edebilecek özgüvene sahip, bilgi ve tecrübe yeterliliğine sahip olmalı. Bazen ekip başı yanlış düşünüyor olabilir. Ekipteki iki kişi üç kişi doğruyu tespit etmiş fakat çeşitli sebeplerden dolayı dile getirmekten çekinebilir. Ekipçe alınan yanlış bir karar herkesi hataya götürebileceği için orada birinin açık yüreklilikle doğruyu söylemesi gerekir.
 
İdeal bir ekip örnek verebilir misiniz?
En iyi ekip Peygamber Efendimiz gibi, Sahabeyi kiramdan, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer gibi olandır. İnsanlar ne kadar onları örnek alırsa o kadar iyi bir ekip üyesi olur.
 
KAYNAK:http://insanvehayat.com/roportaj-ekibe-uye-nasil-secilir/

Çağdaş Hukuk’un Ulaşamadığı Fahr-i Kainat Tatbikatları

 
Çağdaş medeniyetin en önemli vasfı, insan haklarında gösterdiği saygıyla övünmesidir. Ortaçağ Avrupası, mezhep savaşları karanlığında kırılırken, hayatta kalmanın asgari şartlarını hukuk kurallarına bağlayarak yaşatabilmiştir. 1648 Westfalya Barışı ile başlayan süreçte, karşı ırka, dine, mezhebe, hatta devlete tahammül edememenin bir adım sonra kendisinin de yok olması demek olduğunu gören yöneticiler hayatta kalma çaresini sözleşmelerde bulmuşlardır.
Katolik bir yönetim bölgesinde Protestanlar için tanınan göç hakkı, Avrupa tarihinde ileri bir aşamaydı. Bu şu demektir: Katolik yönetimi bölgesindeki Protestanlar veya Protestan yönetimi bölgesindeki Katolikler, öldürülmeyip kendi mezheplerinin hakim olduğu bölgeye göç etmesine müsaade edilecek. Sırf mezhebi farklı diye bir insan topluluğu bağını, bahçesini bırakıp başka bir ülkeye gitmek zorunda kalıyor. Öldürülmekten daha iyi değil mi? Avrupa’nın canı pahasına elde ettiği hakların, çıkarılan kanunların, imzalanan sözleşmelerin arkasında, asırlara dayanan bu kan gölleri vardır. Bir daha böyle bir vahşetle karşılaşmamak için, yürürlükteki mevzuata herkes sıkı sıkıya bağlıdır. Bu kurallar büyük bedeller ödenerek kazanılmıştır. Halbuki biz Müslüman toplumları böyle bir bedel ödemedik. Çünkü böyle bir vahşeti ne yaşadık ne de yaşattık.
Eski zannettiklerimiz…
Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi belgeler, adım adım batı toplumunu medenileştirmiştir. Bu bildiri ve belgeler vahşet dönemlerine karşı bir isyan niteliğinde olmuştur. İnsan Haklarının, devletin kendi ülkesinde yaşayan vatandaşları, yabancı ülke vatandaşları, çalışanlar gibi farklı alanları söz konusudur. Bunun yanında savaş şartlarında düşman ülke vatandaşları için birtakım haklar vardır ki bu konu batının gündemine ancak 19. yüzyılda gelmiştir. Birtakım teşebbüslere rağmen ciddi sözleşmeler ancak iki dünya savaşı arasında imzalanabilmiştir.
Başta savaş esirleri olmak üzere savaş şartlarında insan haklarına hususi bir isim olarak, İnsancıl Hukuk (Humanitarian Law) denmiştir. İnsan Hakları Hukuku’nun (Human Rights Law) alt bölümünü teşkil eden bu alanda, bugün dahi Fahr-i Kainat Efendimizin (s.a.v) tatbikatına ulaşılmış değildir. Biz burada kısaca savaş esirlerine yapılan muameleye temas edeceğiz. Siyer-i Nebi’nin her sayfası Peygamber Efendimizin hayatını anlatır. Hayatının her anında yaşananlar, verilen talimatlar her biri hukuk dalının cevherleridir. Birçok hukukçu buradan beslenerek hukuk alanındaki görüşlerini geliştirmiştir. Bu konudaki deliller ya imha edilmiş ya da kütüphanelerin tozlu raflarında unutturulmuştur.
Müslümanlara hayat hakkı vermemişlerdi
Bedir Savaşı’nda esir alınan müşriklere yapılan muameleye geçmeden önce, Mekke-i Mükerreme’de Müslümanlara hayat hakkı tanınmadığı için hicret etmek zorunda bırakıldıklarını hatırlayalım. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) hangi şartlar altında ve İlahi mucize ile müşriklerin saldırılarından kurtularak Sevr mağarasına ve oradan Medine yollarına vasıl olduğunu düşünelim. İşte o müşrikler, Medine-i Münevvere’de Müslümanların ortadan kaldırılması için ordu toplayıp saldırıya geçmişlerdi. Ancak savaşı kaybetmiş, bir kısmı ise esir düşmüştü.
Peygamberimiz (SAY) esirleri sahabilere dağıtmış ve onlara iyi bakmalarını emretmişti. Bu emrin gereği olarak Bedir’den Medine-i Münevvere’ye sahabiler, müşrik esirleri hayvanlarına bindirdiler, kendileri yaya olarak geldiler. Halbuki yakın zamana kadar Avrupa’da görülen manzara esir düşenler ya hemen öldürülür veya ömür boyu köle olurdu. Bir yerden başka bir yere nakledilirken elleri arkadan bağlanarak ipin bir ucu kendi bindikleri hayvana bağlanır. Hatta yorgun esirler hayvanın süratine yetişemeyince yolda sürüklenerek, acı çekerek ölürdü.
Onun adaletiyle Bedir’de insanlık buldular
Esirlere nasıl muamele yapılacağı uzun uzun istişare edildi. Nihayet fidye ile serbest bırakılmalarına karar verildi. Fidye miktarı herkesin maddi gücüyle mütenasip olarak belirlendi. Fidye vermeye gücü yetmeyip de okur yazar olanlara bir şart koşuldu: Bunlar 10 çocuğa okuma yazma öğrettikten sonra serbest bırakılacaktı. Fahr-i Kainat’ın(s.a.v) ilme verdiği ehemmiyetin bir damlası olarak bu hadiseyi iyi düşünmek gerekir.
Kendilerini öldürmeye gelen müşriklere çocuklarını teslim ediyorlardı. Amaç okur- yazar alim oranını artırmaktı. Nitekim Kur’an alimi sahabilerden Zeyd bin Sabit (r.a) bu şekilde okuma-yazma öğrenenlerdendir. Ashab-ı Kiram ise kendilerine emanet edilen esirlere evlerinde yiyeceklerinin en iyisini ikram ederler, en güzel şekilde onlara davranırlar, o insanların kalplerinde İslam’ın sıcaklığını hissetmeleri için ellerinden geleni yaparlardı.
Fidye ödeme imkanı olmayıp okuma-yazma da bilmeyenler bir müddet sonra bazı şartlarla meccanen serbest bırakıldı. Alemlere Rahmet Peygamber’in (s.a.v) bu merhameti karşısında bazı esirler Müslüman olmuşlardır.
Fahr-i Kainat’tan (s.a.v) günümüz insan haklarına ışık tutacak nice deryalar var. Burada bir damlasına işaret etmeye çalıştık. Salat ve selam Ona ve Onun âline olsun.
 
KAYNAK:http://insanvehayat.com/cagdas-hukukun-ulasamadigi-fahr-i-kainat-tatbikatlari/

Bir Tarihi Roman Talihsizliği Daha ŞAHSULTAN

 
Türkiye’de divan edebiyatı çalışmalarıyla tanınan İskender Pala, tarzının dışına çıkarak popüler tarih alanında bir eser kaleme aldı. Bu romanı da politik bir gündem konusuna, Alevi açılımına adadı. Açılım çalışmalarının istenilen neticeye ulaşmamasını tiyatro, roman, v.s gibi kültürel faaliyetlerin eksikliğine bağlayan yazar, Alevi açılımının da başarısız olmaması için kalemini işe koştu ve tartışılan bir eser ortaya koydu.
Şah & Sultan, edebiyatçıları, dili ve tekniği ile tartışmaya sevk ederken aynı zamanda tarihçileri de uydurma-gerçeklik tartışmasına düşürdü. Yazar, bu romanı ile Sünni-Alevi dünyasını barıştırmayı hedeflerken, taraflar arasındaki makas daha da açılmış gibi görünüyor. İki taraf da kitapta bahsedilen sözde gerçekliğin, kendilerini anlatmadığı konusunda hemfikirler. Hatta işi daha da ileriye giderek mahkemeye intikal ettirenler bile oldu. Bir sivil toplum kuruluşu hazırladığı şikâyet dilekçesini mahkemeye verdi. Dilekçede Şah İsmail’in şahsında toplumun bir kesimine hakaret ve aşağılamada bulunulduğu iddia edildi.
 
KAYNAK:http://insanvehayat.com/bir-tarihi-roman-talihsizligi-daha-sahsultan/

Ertelemek, Hayatı Iskalamaktır

Yapılacak dünya kadar işiniz var, ama kolunuzu kaldıracak haliniz yok. Harekete geçemiyor ve bir türlü ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. İşlerinizi zihninizde sıraya koyuyor ama sıra onları yapmaya gelince hep erteliyorsunuz. Siz de memnun değilsiniz bu halinizden ama ertelemenin kısa vadedeki rahatlığı şimdilik size yetiyor.
Kimilerinin atalet diye isimlendirdiği tembellik, günümüzde küçükten büyüğe herkesin ortak hastalığıdır. Toplumun genelinin potansiyel düşmanı olan bu hastalığın belirtileri, yavaş hareket, yapılacak işi bilme ama erteleme, yılgınlık, bezginlik ve miskinliktir. Bu insanlar bir türlük harekete geçemezler. En dikkat çekici özellikleriyse sürekli ertelemeleridir.
Tembellik hastalığına bizim gibi kafa yoran Avrupalı ahlak felsefecileri, çözüm için keşfettikleri Kınalızade, Nasiruddin Tusi, Celaleddin Devvani gibi İslam âlimlerinden, hayli intihal yapmışlardır. İntihal diyorum, çünkü bir yerde de olsa kaynak belirtmeden yapılan iktibaslar, alıntı değil çalıntıdır. Kaynak belirtmeden yapılan bu iktibaslarla İslamiyet’in ışığını kesmeye mi niyet ettiler bilemiyoruz ama bu alanda, Kınalızade Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alai’si, Nasiruddin Tusi’nin İşarat’ı ve Celaleddin Devvani’nin Ahlak-ı Celali’si dikkate şayan eserlerdir. Bu eserlerin üzerinde durdukları en önemli mevzulardan sadece biridir tembellik ve atalet. Birçok sosyal meseleyi İslam medeniyetinin kadim kaynaklarını kullanarak çözen bu eserlere sizin de dikkatinizi çekiyoruz. Kınalızade’nin tembelliği, cahiller için “zevki baldan tatlı”, sonunu düşünen akıllı insanlar ve fazilet arayan mesut kişiler için ise “zehirden daha zararlı” olarak taarif etmesi o çözüm yollarından sadece birisi.
Kınalızade’nin, “cahiller için zevki baldan tatlı” diye tarif edilen tembellik hastalığı, genetik değildir. Sonradan öğrenilen bir hastalıktır. Halk arasında, “kime çekti” denilerek başkalarına yüklenecek bir durumu yoktur. Tamamen öğrenilebilen ve öğretilebilen bir davranıştır. Öğretme ve öğrenme konusu açılınca ders çalışma isteksizliğine sebep olan tembelliği ele alarak, hastalığının çözümünde okul yıllarına vurgu yapmak akıllıca olacaktır. Hem bu mevzu öğrenci endeksli işlenirse, birçok velinin yarasına da merhem olabilir diye düşünüyorum.
Tembelliği aile besliyor
Anne baba ve eğitimciler öğrencilerin tembellik problemine, bazen yanlış davranışlar ve faydasız sorularla çözüm aramaktadırlar. Çalışmanın ne kadar önemli olduğu üzerinde durmak, sebepleri araştırmadan ve gereğince inandırmadan öğüt vermek ve hemen çalışma programı yapmak yanlıştır. Başka bir yanlış ise kalbine hitap etmeden talebeyi ders çalışmaya ikna etmeye çalışmaktır. Bu, ikna etmeden uygulamaya geçmeye benzer. Tembelliği tetikleyen diğer bir eğitim hatası ise, aşırı sevgi ve yerli yersiz şefkat gösterme alışkanlığıdır. Zamanını ayarlamadan aşırı sevgi gösteren korumacı anne ve babalar, yapılamayan ödevi yapıvererek işe başlarlar. “Önce bir rahat et, sonra ödevini yaparsın.” türünden sözler ise ertelemeci hastalığının fitilini ateşler. Bu gibi sözler tembellik davranışını yerleştirir ve tembellik davranışının kalıcı hale gelmesine sebep olur.
Aşırı koruyucu tutumun zararı kadar baskıcı olmak da yanlıştır. Başarı sağlanamadığı zaman çocuğa kızmak, çocuğa sadece “ders çalışan araç” gözüyle bakmak, sürekli kıyaslamak, başardıklarını görmemek ve takdir etmemek de çocuğu tembelliğe iter. Başarıyı üstesinden gelinemez bir şey olarak gören öğrenciden, tembellikten başka bir şey beklenilemez.
Öğrenilmiş çaresizliğin temelinde de yine, başarıyı üstesinden gelinemez bir yere koymak vardır.
Özgüven eksikliğinin de kaynağını oluşturan “ben yapamam, benden adam olmaz” gibi sözler, önce başarıyı Kaf Dağı’nın arkasına gönderir, sonra da insanları tembellik çukuruna atar.
Tembelliğin ilacı; tevekkül ve teslimiyet Bazıları tembelliğine kılıf arar ve bunu güya tevekkülde bulur. İslamiyet’teki tevekkül anlayışı zannedildiği gibi insanı tedbirsizliğe, hayattan kopmaya sevk eden, meseleleri sadece “nasipse olur” ile ifade eden bir anlayış değildir. Böyle anlayış ancak nefsin en düşük mertebesinde oyalanan, gelişime kapalı insanlara mahsustur.
Gerçekte tevekkül, dünyada kalacak kadar hayata bağlanıp planlı ve programlı çalışmanın, her hususta azim ve gayret göstermenin, kararlılığın ve başarıyı yakalamanın, bütün maddi sebeplere istişare ile tevessül ederek Allah’tan gelene razı olmanın adıdır. “Çalışmaktır dinin esası, çalışanın kabul olunur ancak duası.” sözleri de tevekkülün tembellikle karıştırılmaması gerektiğini bize anlatır.
Peygamber Efendimiz “Kıyamet kopacağı zaman sizden birinizin elinde bir fidan bulunursa, onu diksin” buyururken, ataletin ve tembelliğin en büyük ilacının beklememek ve hemen icraata geçmek olduğunu ifade etmektedir. Bir anne baba ve bir eğitimcinin de fidanı olan çocuklarını ve öğrencilerini yetiştirirken aynı hassasiyette olması, Peygamberimizin (S.A.V) sünnetini ihya etmek manasınadır.
Tembellik neden oluşur?
Başarmanın gerekliliği çalışmak olarak tanımlandığı halde, bunun için harekete geçememek tembelliği oluşturur. Niçin ve nasıl ders çalışacağını bildiği halde yapmamak, üşenmek, ihmal etmek, ertelemek veya icraata geçememek gibi görülen tembellik türlerinin hiç birinde, başarı, muvaffakiyet ve netice yoktur.
Hedef yokluğu, irade zayıflığı, kısa vadeli düşünmek, ileriyi görememek, motivasyon yetersizliği, başarısızlık korkusu, hedefin icap ettirdiği asgari yeteneklere sahip olmamak, hedef ve getireceği faydalara inanç arasındaki irtibatsızlık gibi sebeplerle tembellik oluşur.
Tembellik kılıfları
“Ders çalışma isteğim gelmiyor, çalışmak istiyorum ama çalışamıyorum, tam çalışmaya başlayacağım sırada erteliyorum, bir türlü masaya oturamıyorum, çalışmaya başlıyorum ama 3-5 dakika sonra sıkılıyor masadan kalkıyorum, motive olamıyorum, çalışırken hayallere dalıp gidiyorum, program yapıyorum ama bir türlü uyamıyorum”…
Kendimizde de görebileceğimiz bu ifadeleri uzatılabilir. Bu sözler, tembelliğin farklı ifadelerle dile getirilişinden başka bir şey değildir. Ders çalışmak için isteğin gelmesini beklemek, daha ilk baştan yanlış mantık kurmaktır. “Önce ufak tefek işlerimi yapayım, sonra ders çalışırım.” düşüncesi de bu noktada yanlıştır. Çalışmak zor ve sıkıcı bir faaliyettir ve gerçekten odaklanmak gerekir. Çalışmadan önce uzun uzun motive olmayı beklemek yanlış olduğu gibi, başkalarından destek beklemek de çare değildir. “Çok çalışıyorum ama sınavlarda yine başarısız oluyorum.” türünden sözler de, çalışmaya önyargılı yaklaşan insanların sözleridir ve yine tembelliği ortadan kaldırmaz, bilakis tembelliği kavileştirir.
 
KAYNAK:http://insanvehayat.com/ertelemek-hayati-iskalamaktir/

Spor mu ? Ticaret mi ?

Milyarlarca insanı aynı anda bir araya getiren spor, etkili bir para ve reklam silahına dönüştürülmüş durumda. Özellikle de futbol, günümüz insanının ortak zaafı olarak organize ediliyor. Gün futbolla başlatılıp, onunla bitiriliyor. İnsanlar sırf ‘aktivite olsun diye izliyorum’ derken, sahanın gerisindekiler de boş durmuyorlar. Sadece maç izletmiyorlar yani. Aralarda yapılan reklam, organizasyonu düzenleyen sponsorlar, sözde zaferden pay almasını biliyorlar.
Heyecanlar, beklentiler, hayal kırıklıkları, ateşli tartışmalar, rakipler… Derken bir haftanın heyecanı bitmeden diğer haftada neler olacağı konuşulmaya başlanıyor. Hararetli tartışmalar devam ederken “biz sadece seyirciyiz” diyenler de bu tartışmalardan geri kalamıyorlar. Çünkü normalleşen, sıradanlaşan hatta gelenekselleştirilmeye çalışılan bu eğlence sektörü sadece bir aktivite olmaktan çoktan çıktı.
İlk önce sporun gönüllü seyircisi olanlar stadyumlara davet edildi. Arkasından küçük bir cümle “takımınıza destek olun”. Sonrasında ise bir sanayi kolu gibi çalışmaya başlayan spor, eğlence sektörünün en baş aktörü olarak palazlanıp büyümeye başladı. Büyürken de görünen sahipleri, yoğun bir kalabalık olan “destekçiler” ile, görünmeyen birkaç kişilik sahipleri arasındaki ince ilişki ağında, reklamcılar ve sponsorlar ortaya çıktı.
Bu ilişki ağı gerek spor sektörüyle ilgisi olan gerekse bu sektörle hiçbir ilgisi olmayan birçok insana bulaştı. Bu süreçte bazıları zaten ilgili olduklarından izleyerek, destekleyerek ve de gerekiyorsa ürünlerini kullanarak aktif rol adılar. Sadece izleyerek reklam ağına katkı sağlayan ilgisiz, biraz da bilgisiz kişilerse dolaylı olarak neyin destekçisi olduklarını bilemeden futboldan pasif rol aldılar. Biz bu çalışmamızda spor sektörünün pasif katılımcılarının gerçekte neyin destekçileri olduklarını az da olsa göstermek istedik.
Sahte zaferler üzerinden nam yapan markalar
Spor, yaşadığımız yüzyılda pazarlaması ve endüstrisi çok kolay bir sektör olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü eğlence sektörünün son derece rağbet gördüğü asrımızda spor da kendisine pazarlama ağı kurmada hiç zorlanmıyor. Spora olan ilginin artması ve bu ilginin reklama dönüştürülmesi diğer reklam alanlarına göre daha kolaydır. Neticede ortada sahte de olsa zaferler ve kahramanlar vardır. Ve bir de sürekliliğin ve kitle takibinin reklam için önemi de unutulmamalıdır.
Başka bir nokta ise spor imajının da ayrıca bir reklam sahasına dönüştürülmesidir. Hem reklam alan hem de reklam veren bu sektör halka en çabuk ve etkili biçimde kendini duyurabilirken, aktif ve pasif “sevgi” kavramına kendince çok amaçlı yorum getirebilmektedir. Bu da bize spor imajı reklam ilişkisini göstermektedir.
Her şekilde başarıya ortak olmaya çalışmak veya başarılarla birlikte anılmak, spor imajıyla oluşan reklamların halka inen yüzünü oluşturuyor. Olimpiyat oyunlarında altın madalya kazanmış bir sporcu, kendisine sponsor olan şirketin adıyla anılmakta ve bu şirket kendisine, sporcunun bütün kazandığı başarılarında pay çıkartmasını bilmektedir. Bu payı ise Futbol, Basketbol gibi spor dalları içinde sivrilmiş branşlarla geniş kitlelerin sevgisini kazanan sporcular üzerinden yapabilmektedirler.
İnsanlara çok normalmiş gibi görünen, toplumu yozlaştırmaya ve insanlara zararlı birçok alkol, kumar ve kadın ticareti yapan şahıs ve kurumlar sözde spordaki buz dağının görünmeyen kısmında yer almaktadır.
Takımlar ve sporcular popüler spor imajının oluşmasında etkili olmaktadır. Geniş kitlelere hitap etmesi dolayısıyla, gerek taraftarın aidiyet duygunusun sömürülmesiyle, gerekse yıldız futbolcuların rol model haline gelmiş olmasıyla insanların ihtiyaçlarını yönlendirme gücünü elinde bulunduruyor. Özellikle de gençleri etkilemek için profesyonel sporcuların starlaştırılması ve bununla birlikte bu sporcunun kullandığı malzemenin başarısına doğrudan etki yaptığı imajı verilerek, hazırlamış oldukları mamulleri çok daha kolay satıyor.
Günümüzde sporla ilişkisi olmayan bankaların, inşaat şirketlerinin v.b toplum içindeki imajlarının yönetilmesinde de spora başvurdukları görülmektedir. Örneğin özel bir banka diğer bankalara oranla daha önde gittiğini belirtmek için maraton koşucularını kendi banka imajının oluşmasında kullanabilmektedir.
Pasif izleyiciler reklam ağına su taşıyorlar
Spor sektöründe kullanılan reklamları incelediğimizde sektörün gerçek yüzü karşımıza çıkmaktadır. Pasif izleyicilerin de reyting havuzuna attıkları her bir taşın yine bu sektörün dönmesine katkı sağladığı unutulmamalıdır. Sporun finansörü olan reklamların %20’sini finans, %15’ini alkollü içecek ve %7’sini sigara endüstrisi oluşturmaktadır.
İnsanlara çok normalmiş gibi görünen, toplumu yozlaştırmaya ve insanlara zararlı birçok alkol, kumar ve kadın ticareti yapan şahıs ve kurumlar spordaki buz dağının görünmeyen kısmında yer almaktadır. Pasif izleyici de olsa reyting arttırıcı faaliyete katılan her fert, yozlaştırmaya uzaktan da olsa destek olduğunu hatırlamalıdır. Toplumu yozlaştırmaya ve bu zararlı ürünleri faydalıymış gibi gösterme çabası veren sponsorluklar bu işi ticari maksatla yürüttükleri için elbette spor sektörünü kullanacaklardır. Ancak pasif izleyiciler de yumuşak bir ses tonuyla kendilerine ulaşan “takımınıza destek olun” çağrısının nerelere ulaşabileceğini unutmamalıdırlar.
Diğer reklam alanlarına göre spora olan ilginin artması ve bu ilginin reklama dönüştürülmesi daha kolaydır. Neticede ortada sahte de olsa zaferler ve kahramanlar vardır.
 
KAYNAK:http://insanvehayat.com/kisispor-mu-ticaret-mi/

İnsan ve Hayat Dergisi İletişim


İnsan ve Hayat Dergsi İletişim Bölümüne Buradan Ulaşabilir ve İsim Eposta Adresi Ve Mesajınızı  yazarak aklınıza takılan konuları ve istişare etmek istediğiniz tüm konuları sorarak anında ceap alabilirsiniz....

İnsan Ve Hayat Dergisi Künye | İnsan Ve Hayat Dergisi Ulaşım ve İletişim Bilgileri

 İnsan Ve Hayat Dergisi Ekibi, Ulaşım ve İletişim Bilgileri


Eğitim ve Kültür Dergisi
Fazilet Neşriyat ve Tic. A.Ş. Adına İmtiyaz Sahibi
Hüseyin GÜNEY
S. Yazı İşleri Müdürü
Harun ÖZDEMİR
Yayın Editörleri
İsmail İshak GÜR,Ümit YÜKSEL

Yayın Kurulu
Adem FİDAN, Abdullah SATUN, Mehmet Emin BAKIRDEMİR, Ahmet AKÇA, Fahrettin TANIR, Hicabi YILDIZ, Abdullah AKSAN, Mehmet ÇAPAR, Ali KEMAL, İlyas KARTAL, Osman ERKAN, Ferhat KAYA, Yakup MEHMETÇİK,
Grafik Tasarım
Süleyman KÖKLÜ, Sedat YAZILITAŞ
Web Editörü
Siraceddin EL
Yayın Türü
Aylık Yerel Süreli Yayın
ISSN
1309-5978
Baskı ve Cilt
Fazilet Neşriyat ve Tic. A.Ş.
İnsan ve Hayat Dergisi’nin bütün yayın hakkı, Fazilet Neşriyat ve Tic. A.Ş.’ye aittir. Dergiye gönderilen yazılar, yayınlansın ya da yayınlanmasın iâde edilmez. Dergimiz yazılar üzerinde gerekli müdâhaleyi yapma hakkına sâhiptir. Dergide çıkan yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Dergide yayımlanan yazı ve reklamların her türlü mesuliyeti yazarlarına ve sahiplerine aittir.
İrtibat ve Abonelik
Bağlar Mah. Mimar Sinan Cad. No: 52 Güneşli – Bağcılar / İSTANBUL
Telefon: (0212) 657 77 35 – Dahili: 12
Link: www.insanvehayat.com/abone/
Faks: (0212) 657 82 96
Hesap BilgileriPosta Çeki: 6235310, İş Bankası Şube: 1383, Hesap: 0021417,
IBAN:TR820006400000113830021417
www.insanvehayat.com
bilgi@insanvehayat.com

İnsan ve Hayat Dergisi Yazarları ve Yazıları

YAZARLAR


İnsan ve Hayat Dergisinde yazanlarımı Merak Ettiniz İşte Listesi

Tıklayın Ve Yazarlara Ulaşın

İnsan Ve Hayat Dergisi

İnsan Ve Hayat Dergisi

İnsan ve Hayat dergisi daha önce Yedikıta dergisinin eki olarak çıkıyordu . Ek olarak çıktığı dönemlerde içinde yer alan birkaç hikayenin resimlemesini yapmıştım. Daha sonra dergi ek olarak çıkması yerine tam bir dergi olarak çıkması için çalışmalar başladı. Uzun emeklerle dergi bu ay yayınlandı. İlk sayısını internet üzerinden ücretsiz olarak yayınladılar. Bu şekilde insanların dergiyle ilgili yorum ve tepkilerini ölçebileceklerdir. Sizde dergiyi sitesinden inceleyebilirsiniz. Site adresi; http://www.insanvehayat.com . Sizde yorumunuzu burda belirtebileceğiniz gibi bilgi@insanvehayat.com adresine mail atabilirsiniz.
İnsan ve Hayat dergisi hem büyükler hemde küçükler için bilgi dolu ve eğlenceli bir dergi olmuş. Yazılar dikkatinizi çekecektir. Benimde henüz tüm yazıları okuma fırsatım olmadı ama genel olarak derginin tasarımına ve konulara bakınca dikkat çekici gözükmekte. Emeği geçenlerin ellerine sağlık. Başarılar dilerim İnsan ve Hayat ekibine :) Çevrenizdekilere tavsiye etmenizi (tavsiye ediyorum). Ayrıca16-17 sayfasnın ortasında konuyla ilgili çocuk illüstrasyonumu da görebilirsiniz.

İnsan ve Hayat Siz Yazın Biz Yayınlayalım Uygulaması

İnsan ve Hayat Siz Yazın Biz Yayınlayalım Uygulaması

 Sevgili Okurlarımız

İşte Olması gereken oldu ve İnsan ve hayat Dergisi SizYazın Biz Yayınlayalım Bölümünü Yayına soktu...

Bir tarih kitabında çok lginizi çeken bunu mutlaka başkalarıda okumalı diye düşündüğünüz bölümleri İnsan ve Hayat Siz Yazın Biz Yayınlayalım Uygulamasına göndererek yayınlatabilir ve herkesin bu ibret verici olayı okumasını duymasını sağlayabilirsiniz....

Ders Kitaplarındaki Bu Yanlışlar Nasıl ve Niçin Yer Alıyor?

Tevhid”, mânâ itibariyle “Birlemek, birkabul etmek” demek. Bir kimse Kelime-i tevhidi yani tevhid kelimesini söylemekle “Allah’ın bir olduğuna inandığını” açıklamış olur. Kelime-i tevhidin birinci kısmı olan “Lâ ilâhe illallah”m mânâsı “Allah’dan başka ilah yoktur” demektir. Bunu söylemekle “tevhid” yani Allah’ı birleme yerine gelmiş olur. Bunun bir de devamı var: “Muhammedün Resûlüllah”.
Dergimizin Haziran sayısında, “En azından doğru bilgiye saygı…” başlıklı yazımızda 4. sınıflarda ders olarak okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” kitabındaki bazı yanlışlara işaret etmiştik. O yazımızda her ne kadar sadece 4. sınıfta okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” kitabındaki yanlışlara işaret etmişsek de maalesef yanlışlar sadece bununla sınırlı değil. Daha üst sınıflarda okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” kitaplarında da birçok yanlışlara rastlamak mümkün. Misal olmak üzere bu yazımızda da o yanlışların bir kısmına işaret etmek isteriz. Önce şunu hatırlayalım:
Bir kimsenin Müslüman olması/olabilmesi/sayılması için “Allah’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed Aleyhisselam’m Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuna” inanmış olması şarttır. Müslümanlar, bu inançlarını kelime-i tevhidi söyleyerek ifade ederler. Kelime-i tevhid, bilindiği gibi “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlüllah” demektir. Öyleyse, bir kimsenin imanlı sayılması için “Muhammedün resûlüllah” demesi de şarttır. Bunun sebebi hikmeti nedir?
Buna benzer şöyle bir soru Hanefî mezhebinin imamı İmam-ı Âzam Hazretleri’ne sorulmuş: “Yâ imam, bir kimse Allah’a inansa da Muhammed Aleyhisselam’a inanmasa bu kişinin vaziyeti nedir?”
İmam-ı Âzam Hazretleri şöyle cevap vermiş: “Böyle bir şeyin olması mümkün değil. Çünkü, Allah’a inanan mutlaka onun peygamberine de inanır. Ama farzedelim ki böyle bir şey oldu da bir kimse Allah’a inandığı halde Hazreti Muhammed’e inanmadı… O zaman biz o kimsenin Allah’a da inanmadığına hükmederiz.”
Allah’ın peygamberine inanmamak Allah’a da inanmamak demek olduğundandır ki, İslam âlimleri tevhid kelimesinin, yani “Lâ ilâhe illallah”m devamında “Muhammedün Resûlüllah” da demişlerdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim, Allah’ın peygamberine inanmamanın, Allah’ı da inkâr etmek olduğunu şu ayeti kerimeyle haber veriyor: “Allah’ı ve peygamberini inkar edenler, (Allah’a inanıp peygambere inanmamakla) Allah’la peygamberinin arasını ayırmak isterler.” (Nisâ sûresi, âyet:150)
Bu girişten sonra şimdi 5. sınıflarda okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabının 20-21. sahifelerinde geçen bir bilgiyi aktarmak istiyorum. Kitapta aynen şöyle deniliyor: “Kelime-i tevhidin söylenişi şöyledir: Lâ ilâhe illallah. Anlamı şudur: Allah’tan başka tanrı yoktur.”
Gördüğünüz gibi, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun, 20.05.2005 tarihli kararıyla 2005-2006 yılından itibaren 5 yıl süreyle ders kitabı olarak kabul ettiği bu kitapta, kelime-i tevhidin ikinci yarısı olan “Muhammedün Resûlüllah” kısmı yok. Gerçi kelime-i şehâdetten bahsedilirken “Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” diyerek Peygamberimiz’den bahsediliyor. Ama bu, herhalde bahsettiğimiz eksikliği ortadan kaldırmaz. Bu bir kişinin, “Allâhümme salli”yi eksik yazıp arkasından “Allâhümme bârik”i doğru yazmasına benzer ki bu da dinin bir yarısını bozmaya çalışmak olur.
İlköğretim çağındaki evlatlarımıza, kelime-i tevhidin yarısını öğretip yarısını öğretmemek, “Lâ ilâhe ilallah” dedirtip “Muhammedün resûlüllah” dedirtmemek de, basit bir mesele olarak ele alınmamalı diye düşünüyoruz. Zira kelime-i tevhid, kalpteki imânın kelimelerle dışa yansımasıdır.
Açık bir yanlış…
Bir de 6. sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabına göz atıyoruz. İlk sahifede “Namaz Nedir ve Niçin Namaz Kılınır?” başlığı var. Okuyoruz, hemen ilk adımda bir yanlışla karşılaşıyoruz. Namaz hakkında şöyle bir tarif yapılmaya çalışılmış: “Bu ibâdet, duâ okuyarak bazı beden durumlarını kuralınca yineleyerek yapılır…” denilmiş.
Namazda dua okunuyorsa da aslolan namazda âyet okumaktır ve bu farzdır. Meselâ namazda okunan Sübhâneke bir duâdır ve okunması sünnettir. Ancak, farz dururken sünneti ele alarak, namazı âyet okuyarak değil de “Duâ okuyarak yapılan bir ibâdet olarak” tarif etmek elbette yanlıştır. Çünkü bir duâ olan Sübhâneke’yi okumayanın namazı olur; ama âyet okumayanın namazı olmaz.
Değerli okuyucular, bu sadece öğrencilere yanlış bilgi verildiğine bir misaldir. Böyle yanlışlar insanı sapkınlığa götürmez belki ama asıl büyük tehlike bunlar değil elbet. Bir de insanı sapkınlığa götüren tehlikeli bilgiler var. Şimdi de onların ne olduğuna bakalım.
Biliyoruz ki Allah’ın gönderdiği 4 büyük kitap var: Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an-ı Kerim… Ve yine biliyoruz ki, Kur’an-ı Kerim’den gayri diğer kitaplar insanlar tarafından değiştirilmiş ve ilâhîliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla, günümüzdeki Tevrat, Zebur ve İnciller Allah’ın gönderdiği kutsal kitaplar değildir. Gerçek böyle olduğu halde, 6. sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabında bakın ne deniliyor: “Kutsal kitaplar; Kur’an-Kerim, Tevrat, Zebur ve İncil’dir. Bu kitaplar günümüze kadar ulaşmıştır.” (Sa: 98)
İşte bu bilgi insanı sapkınlığa götürür ve kabul edilemez bir bilgidir. Çünkü Allah’ın gönderdiği Tevrat, Zebur ve İncil, günümüze kadar ulaşmış olmayıp insanlar tarafından bozulmuştur. İnsan eli ile bozulmuş olan bir kitap da asla Allah kelamı olarak kabul edilemez… Bütün dünyanın bildiği ve kabul ettiği gerçek böyle olmasına rağmen bu bilinmiyormuş gibi, “Kutsal Kitaplardan Öğütler” başlığı altında, Allah kelamı olmaktan çıkmış olan şimdiki bozuk İncil ve Tevratlardan örnekler verilmektedir. (Sa: 98…)
Tevrat, Zebur ve İndilerin kutsal kitaplar olduğu yazılmış ama şimdi bu isimlerle elde bulunan kitapların Allah’ın indirdiği kutsal kitaplar olmadığına dair tek kelime edilmiyor. Oysa bu yanlış, çocuklarımızı ebedî felâkete götürecek tehlikeli bir durumdur. Çünkü İslam inancına göre, Allah kelamı olan bir kitabın Allah kelamı olduğunu kabul etmemek, insanı nasıl iman dairesinden çıkarırsa, Allah kelamı olmayan bir kitabı Allah kelamı kabul etmek de aynıdır. Bu durumda, bu kitapları okuyan yavrularımız îmânî bakımdan çok ciddî bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyorlar.
Bir yanlış daha…
7. sınıf Din Kültürü kitabında Kurban hakkında şu bilgi veriliyor: “İnsanlık tarihinde, hemen hemen bütün toplumlarda kurban geleneği vardır. Bu geleneğe göre önceleri, ilkel toplumlarda doğaüstü güçlere hayvan, yiyecek ve içecekler sunulmuştur……Bu tür yanlış uygulamalar ilâhî dinler tarafından yasaklanmıştır.” (Sa: 51)
Buna ne demeli bilmem…
Müslüman birinin yazmadığı bir metinden alıntı mı sorusunu akla getiriyor. Çünkü biz biliyoruz ki Âdem Aleyhisselam hem ilk peygamber hem de ilk insandır. Öyleyse ilk peygamber olan Âdem Aleyhisselam’a onun evlatlarına mı ilkel toplumlar deniliyor? Hâşâ Hazreti Âdem mi doğaüstü güçlere hayvan, yiyecek ve içecek sunuyordu? Yok, eğer Âdem Aleyhisselam’dan sonrakilere ilkel deniliyorsa o zaman da akla “İnsanlar zaman geçtikçe ilkelleştiler mi?” sorusu gelir. Bu durumda ilkel toplum diye kimlere deniliyor? Yoksa bu cümle evrime inanan, neslinin maymundan türediğine inanan biri tarafından mı yazılmıştı?
Bir de “Bu tür yanlış uygulamalar ilâhî dinler tarafından yasaklanmıştır” deniliyor. Bu bilgili kabul etmek de imkânsız. Çünkü Hazreti Âdem ilk insan ve ilk peygamber olup ilâhî din de onunla başlamıştır. Ondan önce insanlar olmalı ki, o insanların yanlışlarını Hazreti Âdem’in tebliğ ettiği ilâhî din yasaklamış olsun…
Bu arada, “İlâhî dinler” ifadesinin yanlış olduğunu da hatırlatmış olalım: Allah (c.c.) kendisi de tek, onun dini de tektir. Onun için, çeşit çeşit “İlâhî dinler” yok, tek “İlâhî din” vardır, o da İslamdır…
Bahsettiğimiz ders kitabında şu cümlelere de rastlıyoruz: “Allah zaman zaman peygamberler ve kutsal kitaplar göndererek insanları doğru yola iletmek istemiştir. Böylece tarih boyunca Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâmiyet gibi çeşitli dinler ortaya çıkmıştır.” Bu cümlelere de itiraz mecburiyetimiz var. Çünkü Allah’ın -hâşâ-İslâmiyetin dışında Yahudilik, Hıristiyanlık adında çeşitli dinleri yoktur ve bu dinler insanları doğru yola getirmiş de değillerdir. Yegâne hak din İslam’dır. Yahudilik ve Hıristiyanlık ise, Hazreti Musa ve Hazreti İsa’nın tebliğ ettiği hak dinin bozulmuş şeklinin ismidir.
Meselenin gerçek yüzü merak konusu…
Bir de şu cümleye bakınız: “Kur’an, İncil’in insanları doğru yola iletmek için gönderilen bir rehber ve öğüt olduğunu bildirir.”
İyi ama Kur’an’m bahsettiği bu İncil hangi İncil’dir? Allah’ın gönderdiği orijinal İncil değil mi? Hani şimdi nerede o? İnsanları doğru yola ileten İncilin, şimdi Hıristiyanların elindeki İnciller olmadığına niçin dikkat çekilmediği cidden meraka değer… Bu ders kitaplarında böyle yanlışların bol bol sergilenmesi ise ayrı bir merak konusu. Acaba diyor insan, bunun sebebi bilgi eksikliği mi yoksa başka bir şey mi?
 
KAYNAK:http://insanvehayat.com/ders-kitaplarindaki-bu-yanlislar-nasil-ve-nicin-yer-aliyor/
 
“Biz Afrika’ya sadece yardım götürmüyoruz. Oranın dilini, dokusunu, kokusunu, coğrafyasını her şeyini biliyoruz. Biz oraya usûl götürüyoruz.”Diversity gönüllüleri…
Hazret-i Allah’ın emir buyurduğu ibadetlerin bazısı yalnız yapılabilir; ancak yardım almadan yapılamayan ibadetler de var. Namaz, oruç ibadetleri belki yalnız ifa edilebilir; lakin zekât, kurban ve sadaka ibadetini gerçekleştirebilmek için başka bir Müslümana ihtiyaç duyarız. Diversity (Farklılık) Derneği de tam bu noktada devreye giriyor ve bu ihtiyacı Afrika Müslümanları adına gerçekleştiriyor.
Biz de bu sayımızda Diversity Derneği’nin kurucusu İlahiyatçı Sosyolog Rıdvan Erdal ve dernekte gönüllü akademisyen olarak hizmet eden Muammer Sivrikaya beylerle Diversity Derneği ve faaliyetleri üzerine konuştuk. Diversity Derneği ne yapıyor, faaliyetleri neler, niçin oradalar, Diversity farklılık demek, ama bu nasıl bir farklılık” gibi aklımıza gelen bütün soruları yöneltmeye çalıştık. Burada paylaştığımız cevapları okuduğunuzda Afrika’nın sıcak ama huzurlu, aç ama misafirperver, mazlum ama insaf sahibi, her halleriyle Müslümanlardan gelecek yardımları umutla bekleyen, zeytin gözlü insanlarına ait emsalsiz bir tabloyu karşınızda bulacaksınız.
Öncelikle Diversity nedir ya da kimdir? diye sorarak başlayalım.
Rıdvan Bey: Diversity, farklılık demek. Yani “farklı ırkları, renkleri, farklılıkları gözetmeksizin bir çatı altında toplayan” manasına kullanıyoruz. Türkiye’de Diversity Derneği’ni bir buçuk yıl önce kurduk. Ancak Diversity’nin alt yapısı 12 yıldır devam eden bir çalışmanın ürünü diyebiliriz. Afrika kıtasında UICT (Üniversal İslamic and Cultural Trust) adında bir vakfımız daha var. Bu vakıf bizim Afrika kıtasındaki en büyük çözüm ortağımız. Afrika’nın doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde hangi ülkeye giderseniz gidin, bir UICT personeli ya da Türkiye’deki adıyla Diversity Derneği’nin Afrika’da yaşayan gönüllüsü sizi havaalanında karşılayacaktır. Bizim farkımız bu.
Muammer Bey: UICT’in farklı olarak Afrikalı çocuklara eğitim verme misyonu var. Bu kurum çatısı altında, oradaki çocuklara İslam ahlakını öğretiyor ve onları İslam terbiyesi üzerine yetiştiriyoruz. Bunun yanında gelen yardımların İslami usullere uygun olarak dağıtılmasını da yine bu vakfımız kanalıyla sağlıyoruz. Sahip olduğumuz alt yapıyı
herkesin hizmetine sunuyoruz. Bunu muhataplarımızı kırmadan, incitmeden münasip dille anlatarak yapıyoruz.
Diversity neden özellikle Afrika ‘da ?
Rıdvan Bey: Afrika’da Beyaz Adam’m karnesi son derece siyah. Bu cümlenin altını çiziyorum. O simsiyah karnenin üzerine, yeniden şemalar çizerek, yeniden şekiller çizerek, yeniden puanlama sistemi koyarak onların gönül dünyasında “Beyaz insandan da Müslüman fert çıktı.” demelerini sağlıyoruz.
Muammer Bey: Afrika, dünyanın bütün ülkelerinden yardım alan ve çok farklı eğitim kurumlarının olduğu bir yer. Son yıllarda Diversity olarak bizim de hizmetlerimizin orada başlamasıyla o bölgelere alaka gösteren insanların sayısı da arttı. Muhtelif mecralarda, televizyonlarda, reklamlarda isimlerini gördüğümüz bütün kuruluşlar Afrika’ya ilgi göstermeye başladılar. Tabi herkesin bir ilgi alanı ve bu ilginin de bir hedefi var. Kimisi maddî, kimisi manevî gaye için orada bulunuyorlar. Bizim gayemiz ise onlardan çok farklı. Bizim birinci gayemiz, Rasulüllah Efendimiz’in Ashabı’nın oralara gitme gayeleri ne ise odur. Yani insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarına katkıda bulunmak, onların dertleriyle dertlenmek, halleriyle hâllenmek ve onları en güzel şekilde mütekamil bir insan olarak yetiştirip bu mazlum insanların refah seviyesini yükseltmek.
Farklı olarak orada neler yapıyorsunuz?
Rıdvan Bey: Orada yaşayan, oradaki insanlara hizmet veren, Somali’nin gözyaşlarını silen, Kenya’nın ağlayan çocuğunun başını okşayan, Güney Afrika’daki mazlum siyahî kardeşinin imdadına yetişen, çölde kabilelerin yanma gidip ekmeğini paylaşan ruha sahip bir ekibimiz var. Bu ekibin Afrika’da yaşıyor olması, bizim en büyük farklılığımız. Yani biz sahadayız. Sadece belli zamanlarda oralara gidip, topladığı yardımı o insanlara ulaştıran ve bunu yapmak için de oralardan yerli partnerler arayan bir müessese değiliz. Şu anda 200 küsur personel ile Afrika halkına hizmet verir vaziyetteyiz. Bu 200 personelin de 50′ye yakını yetiştirdiğimiz Afrikalı gençlerden oluşuyor.
Muammer Bey: Afrika, insanların orayı fark etme dönemlerinden bu yana suistimallere maruz kalmış bir coğrafya. Onlar her zaman gerçek manada kendilerine el uzatacak insanlar aramışlar. Afrika’nın insanları mazlumdurlar, cahildirler; bu cehaletinden dolayı zaman zaman da acımasız ve vahşi olabilirler. Biz bu insanlara gücümüz yettiği kadar yardım etmeye çalışıyoruz. Çin atasözü olduğu söylenen bir söz var, “İnsanlara her gün balık verme yerine balık tutmayı öğretin.” Buradan yardım götürerek onları doyurmak, tembelliğe, dilenciliğe, hep almaya sevk eder; vermeye sevk etmez. Bunun için sadece vermekle kalmıyor, yaptığımız faaliyetlere onları da dahil ediyoruz. Esas altını çizmek istediğimiz nokta işte burası. Mesela, Afrika’daki kurban faaliyetlerimizin en güzel bölümü, oradaki insanları da kurban kesmeye teşvik ediyor olmamız. Bu hassasiyetin, bizi diğer kuruluşlardan ayıran önemli bir husus olduğunu düşünüyoruz.
Kurban faaliyetlerinde Diversity’nin diğerlerinden farkları var mı?
Rıdvan Bey: Türkiye’den yardım toplayan dernekler ve vakıflar azımsanamayacak kadar yardımlar topluyorlar. Ancak problem toplanan miktar değil. Yardımı götürürken bu yardımın dini vecibenin parçası olduğu hassasiyetinin hiçbir zaman unutulmaması meselesi. Neticede insanlar inanarak, güvenerek yardım ediyor, kurban veriyor. Sizin bu kurbanı kurban gününde ve kurban şartlarına uygun kesmeniz lazım. Biz oralarda bunlar için bir nevi otokontrol sistemi yapıyoruz. Türkiye’den gelmiş bir kurbanı, Kurban Bayramı’nm beşinci günü kesmeye devam eden derneklere rastlıyoruz. Bunları yaşadığımız için söylüyorum. Burada Müslümanların ciddi vebalini alma durumu olabilir. Hatta bazı ülkelerde gayri Müslimlere şirin görünmek adına Türkiye’den gönderilen kurbanları bir Hıristiyan’a kestirip gayri Müslimler de yesin diye dağıtan arkadaşları tespit ettik. Onlar bizim kestiğimiz kurbanların etlerinden yemezler. “İsa adına kesilmedi, bu et murdardır.” derler. Onlara da gerekli ikazları yapıyoruz.
Muammer Bey: Bazı müesseselerin orada varlıklı insanlarla, çıkarları, gayeleri neyse ona hizmet etmeye çalıştıkları da oluyor. Gayeleri şu veya bu şekilde medyada popülaritelerini artırmak olabiliyor. Birilerini (üst kademelerdeki idari yapıyı) kullanarak gayelerini gerçekleştirmeye de çalıştıklarına şahit oluyoruz. Hatta usule uygun kesilmeyen kurbanlar da olabiliyor. Ben Gine’de Afrika’nın diğer muhtelif yerlerinde de bizzat gördüm. Beşinci gün kurban kesmekten öte o kurbanlar, birer ikişer bakanlara, devlet kademesinde ihtiyacı olmayan insanlara hediye ediliyor. Üstelik inancının ne olduğuna bile bakılmadan.
Biz, kurbanın nasıl kesildiğini, hayvanların nasıl bağlandığını, yaşma göre, dişine göre, cüssesine göre hangi hayvanların kurban edilebileceğini öğretiyoruz. Kurban ibadetinin Rabbimizin razı olacağı şekilde yapılmasını istiyoruz. Biz hem oradaki insanlara hem de diğer derneklere usûl öğretiyoruz. Bizim gayemiz de bu. Bundan dolayı da pek çok insan faaliyetlerimizden istifade ediyor.
Bir de o insanları sadece et alan, yardım eline muhtaç kimseler olarak görmemek lazım. O iki elin birbirine yakınlaşması mesafesinde öyle büyük hikmetler var ki, öyle büyük ulvi manalar bir araya geliyor ki… O da kardeşliktir, adalettir, paylaşmadır, paylaşmaktan öte kendi ihtiyacı olan bir şeyi verebilmektir, fedakârlıktır ve o elle uzanan manevi bir bağdır. Öğrencilerimiz kurbanın nasıl kesildiğini o elle öğreniyor. Çocuklar bizim orada niçin var olduğumuzu anlıyorlar, anlamak için annelerine soruyorlar, “Bu insanlar Türkiye’den niçin gelmişler? Bize et getirmek için mi, bizim karnımızı doyurmak için mi?”diye. Anneleri de anlatıyor bizim diğerlerinden farklı olduğumuzu. Hıristiyanların tam tersine, onlara dinlerini öğretmeye geldiğimizi. Sonra onlar da anlıyor, Allah’ın emir ve yasaklarını gelecek olan nesillere öğretmek şuuruyla geldiğimizi.
Her bir talebemiz, oralarda oynayan çocuklar, yarın o bölgelerde bizim müesseselerimizle irtibat kurup büyük organizasyonumuzun bir ferdi olacaklar. Kurban buna bir vesile olmuş oluyor.
Afrika’da Kurban nasıl yaşanıyor?
Muammer Bey: Kurban meselesinde en güzel örneklerden bir tanesi Senegal. Senegal, en fakir insanı bile kurban kesmeye teşvik eden bir ülkedir. Yani Senegalliler kurbanın ehemmiyetine inanmışlar. Dilencilik yapar, sokakta para toplar; ama yine de kurbanlarını keserler. Biz de bunu diğer insanlara yaymaya çalışıyoruz. Hazreti Allah’ın vacip kıldığı bu ibadeti insanlar arasında yayılmasını sağlamaya, Müslümanlar arasında unutulmuş şeyleri tekrar hayata geçirmeye çalışıyoruz. Ve bunu usulüne göre yapmaya çalışıyoruz.
Diversity kurban faaliyetlerinde nasıl bir usûl takip ediyor?
Muammer Bey: Diversity Derneği vasıtasıyla alman kurbanların geçtiği her aşama kaydediliyor. Mesela, hayvanların önünde sahibinin ismi yazıyor. Arkadaşlarımız listeyi eline alıp Samsun’daki bir hayırsevere yardımının ulaştığı bilgisini veriyor. “Şu saat kurbanınız bize geldi. Şu ülkede, şu kabilede, şu saatte kesildi.” Bunlar fotoğraflarla teyit altına almıyor. Yani insanları kurbanından haberdar ederek ve kurbanını göstererek bir güvence veriyoruz. “Parasını aldık; gerisini siz merak etmeyin, biz hallederiz.” demiyoruz. Her şeyimiz şeffaf, açık. İnsanlar bu konuda gayet memnunlar elhamdülillah. Kurbandan başka adak, akika kurbanlarında da aynı durum geçerli.
Bir de meseleye oradaki insanlar gözünden baktığınızda onlar Diversity’i nasıl görüyorlar?
Rıdvan Bey: Afrika’dan Türkiye’ye davet ettiğimiz bir bakan konuşmasında şöyle demişti:
“Dünyanın birçok yerinden Müslüman ülkeler benim ülkeme geldiler, paralar verdiler, gıdalar dağıttılar, yardım ettiler; ama sonra çekip gittiler. Biz yine yoksullukla, yine cehaletle başbaşa kaldık. Dolayısıyla siz (Diversity ekibi) onların aksine birer fidan dikiyorsunuz, bizim o kurak coğrafyamızda o fidanlar yeşerip büyüdükçe yeni bir iklim meydana gelecek.”
İşte biz o iklimi, o yeni kuşağı oluşturmaya çalışıyoruz. Bugün Afrika’daki en büyük yoksulluk, en büyük kıtlık, en büyük kuraklık, aslında maddi bir kuraklık değil, manevi bir kuraklık. Orada yaşananlar İslam’dan uzak kalmış bir topluluğun feryadıdır.
Muammer Bey: Onlar biz oraya gidene kadar beyaz renkten her zaman ürkmüşler. Bu noktada size iki tane misal vermek istiyorum: Daha bir sene önce Müslüman olmuş bir lise talebesine, eğitim müessesemize olan sevgisinin sebebini sordum, “Hocalarım” dedi. Afrika’da mısır unundan yapılan pap adında bir yemek var. Kendi hocası onlarla beraber bu yemeği yiyormuş. Bu yüzden hocasını çok seviyormuş. Talebemiz hocası için, “O bizden biri” diyor. Sebebini de şöyle izah ediyor: “Diğer hocalarımız yemek yerken sofradaki ekmek kırıntılarını gösterip, onları toplayın, diyorlar. Ama o hocamız parmağını diliyle ıslatıyor, bizim ekmeğimizin kırıntılarını toplayıp ağzına atıyor.” İşte Diversity’nin bu farkı bütün o renkleri kaldırıyor. Biz ona color-blind (renk körü) diyoruz. Afrika’da renk körü olmak zorundasınız. Renk görmeyeceksiniz. O talebemiz de görmüyor.
İkinci misalim de şu: Orada hedef tayininde biz bazı konulara özellikle dikkat ediyoruz. Çocukların hepsine hitap ederken Ambassador (dava arkadaşım) diyoruz. Dava arkadaşım Ahmet, dava arkadaşım Yahya. İsmini hiç kullanmıyoruz. Ya da Ahmet ağabey diyoruz. Onlara böyle davrandıktan sonra on yaşında bir çocuğa sorduğunuz zaman, ilk basamakta makine mühendisi olmak istediğini söylüyor. İkinci orta hedefini soruyoruz. “Bilim adamı ya da iş adamı olmak istiyorum.” diyor. “Peki, nihai hedefin nedir?” dediğimiz zaman, nihai hedefim “ağabey olmak.” diyor. “Diğerleri zaten olacak, benim asıl hedefim odur.” diyor. Bu sözler altı aylık Müslüman olan 11 yaşındaki bir talebeye ait. O sevdiği abisi, artık onun için bir hedef, bir hayat tarzı, bir rol modeli, çizgisi, pusulası, yol haritası.
İşte bütün bu kavramlar onu renk körü yapıyor. Bizi böyle görürken diğer beyazları ise işkence yapan, hırsız, çalan, istilacı, yalancı, güvenilmez, kendilerinden başkalarını insan yerine koymaz, insan dışı yaratıklar olarak görüyor.
Hatta Gana dilinde onlara, “derisi soyulmuş adam” diyorlar. Yani biz normaliz de, onları derisi soyulmuş beyaz hale gelmiş insan olarak görüyorlar.
Diversity sadece yardımları mı organize ediyor?
Muammer Bey: Yaptıklarımız sadece bunlar değil tabi ki. Afrika’da NGO (Non Governmental Organisations) isimli, hükümetten bağımsız olarak çalışan uluslararası bir platformumuz var. Diversity Derneği olarak bölge insanın ve orayla ilgilenenlerin hayatında ne ihtiyaçları varsa hepsine yardımcı olalım
istiyoruz. Tüccarsa ticaretle ilgili, ilim adamıysa ilimle ilgili, üniversite öğrencisiyle üniversiteyle ilgili…
Ayrıca Diversity Derneği yurt dışı eğitim hizmetleri de veriyor. Yurt dışında dil eğitimini kolaylaştıran The Cal (Contemporary Academic Language) dil okulumuz var. O dil okuluyla işbirliği çerçevesinde yazları gençler orada eğitim alıyorlar. Yine güvenli yerlerde, kendi yurtlarımızda öğrenci olarak kalarak bilgilerini oradaki Afrikalılarla paylaşıyorlar. Bir nevi bilgi aktarımında bulunuyorlar. Böylelikle yabancı dillere karşı da bir aşinalık kazanıyorlar. İngilizce, Fransızca, Arapça gibi dillerde belli bir seviyeye ulaşıyorlar.
Mesela, mimar bir arkadaşımız gelip kendi alanında çalışmalar yapabiliyor. Oradaki yerli mimarlarla iş birliği yapıp çevredeki binaları inceliyorlar. Gerektiğinde onların ofislerinde staj da yaptırıyoruz. Hayat görüşü, teknik bilgileri, donanımları her yönden gelişiyor.
Bir de eğitim faaliyetleri var. Diversity Derneğinin eğitim alanında farklılığı var mı?
Muammer Bey: “Bir kişinin kâmil bir insan olarak A’dan Z’ye nasıl yaşayacağını öğreten ve yaşatan bir müessese” manasına gelen, Holistic Education Center denilen eğitim müesseselerimiz var. Biz eğitime böyle bakıyoruz, bizce eğitim budur. Sadece normal mekânlarda öğretmen-alıcı karşısında meydana gelen bir bilgi akışı, bilgi iletişimi değil. Eğitim onu yaşayıp tatbikatını yapmaktır. Burada hepsi var. Kurban faaliyetlerimiz, Ramazan-ı şerif programı, zekât, bunun bir tatbikatı oluyor.
Mesela, biz Afrika’da insanlara nasıl zekât verileceğini öğretiyoruz. Öyle kurumlar var ki zekâtın nasıl hesaplanacağını bile bilmeden (bütün makinelerini, borçlusunu, alacaklısını hiçbir hesaba katmadan) hizmet ediyoruz diye, oradaki masum vatandaşlarımızın tepesine biniyorlar. Zekât mefhumunu kullanarak oraya rızkını kazanmak için gitmiş vatandaşımıza zulmediyorlar. Cehaletin neticesinde felaket bir durum ortaya çıkıyor.
Düşünün ki, bir tarafta incelik göstererek madenlerini elinden almış misyonerler, diğer taraftan yanlış bilgilerini göstererek “Din budur.” diyerek İslamiyet’i suiistimal eden insanlar var. Afrika yüzyıllarca paradokslara maruz kalmış bir yer. Ama Afrikalı kardeşlerimiz bu güzel müesseselerde aldıkları eğitimle Kur’an-ı Kerim’in hayatlarında nasıl tatbik edilmesi gerektiğini öğreniyorlar.
Son olarak, okuyucularımıza duyurmak istediğiniz şeyler var mı?
Rıdvan Bey: Diversity Derneği’nin farklı şöyle bir kampanyası var: Kurbanının nasıl kesildiğini görmek isteyenlere, “Çevrenizden 50-100 adet kurban toplayın, sizi de topladığınız kurbanlarla Afrika’ya götürelim.” diyoruz. Geçtiğimiz yıllarda oraya götürdüğümüz farklı derneklerden insanlar oldu. Bize hep şunu dediler: “Biz şimdiye kadar kurbanlarımızı Diversity aracılığıyla Afrika’ya göndermediğimiz için çok pişmanız.” Tabi bu insanlar orada kurban faaliyetini nasıl bir organizasyonla gerçekleştirdiğimizi gözleriyle gördüler. Kurbanların kesilişine, dağıtılışına bizzat şahit oldular. Dini vecibelere gösterdiğimiz hassasiyet onları çok etkiledi. Okurlarınıza son söz olarak şunu söylemek istiyorum: Afrika anlatılmaz yaşanır. Gelin, görün, sizi misafir edelim, yaşayın.
Muammer Bey: Kimi Türkiye’de Kurban Bayramı’na “et bayramı” diyor, kimi de Ramazan-ı Şerife “şeker bayramı”. Öncelikle Kurban hadisesi nedir, niçin kurban kesilir gibi hususların insanlarımıza iyi öğretilmesi lazım. Bazılarının, “Ben kesmek istiyorum; ama ekonomik gücüm, hayat pahalılığı buna müsaade etmiyor.” gibi bir takım bahaneleri oluyor; olmaması lazım. İnsanların böyle bahanesi olmasın diye Diversity daha ucuz ve daha fazla sevap kazanabileceğiniz bir alternatif. Türkiye’de insanlar bir araba fiyatına deve kurban etmek zorunda kalıyorlar. Şayet ola ki birisi, “Ben deve kurban etmek istiyorum.” diye nezretmişse Afrika’da 1000 dolar gibi daha ucuz bir fiyata deve kurban edebilir. 700 dolara büyük baş, 100 dolara da küçükbaş kesiyoruz. Sizden aldığımız kurbanları İslam’ın güzelliğini göstermek adına besmeleyle sahiplerine ulaştırıyoruz.
Diversity’nin 5 adımda Afrika’daki kurban hizmeti
1. Görevli arkadaşımız tarafından ihtiyaç sahibi bölgeler ve Müslüman aileler; kabile reisleri veya imamların yardımı ile tespit edilir.
2. Tespit edilen bölgedeki kesilmesi hedeflenen miktarda kurbana elverişli kurbanlıklar, uzman arkadaşlarımız tarafından temin edilir.
3. Bayram namazının ardından tespit edilen aileler, gruplar halinde listelenir.
4. Kurban İslami usuller üzere ehil kasaplar tarafından, sahipleri niyetine kesilir.
5. Kesim işlemi bitince, her bir kurban gruplar halindeki ailelere, yüzülmesi ve paylaşılması üzere teslim edilir. Kesim yerine gelemeyen uzak noktalardaki insanlara kapı kapı giderek dağıtılır.
 
KAYNAK:http://insanvehayat.com/afrikada-usul-ogretiyoruz/

10 Ekim 2012 Çarşamba

İnsan ve Hayat Dergisini Nereden Temin Edebilirim?

İnsan ve Hayat Dergisini Nereden Temin Edebilirim?

İnsan ve Hayat dergisine Abone olarak İsterseniz Kapınıza kadar gelmesini temin edebilirsiniz.

Eğer eski sayılarıda temin edeyim diyorsanız ilk yayına girdiği günden bu güne Fazilet Kitaptan temin edebilirsiniz.

İnsan ve Hayat Dergisi Kayıt Olma İşlemi Nasıl Yapılır? İnsan ve Hayat Abonelik

 
İnsan ve Hayat Dergisi Kayıt Olma İşlemi Nasıl Yapılır? İnsan ve Hayat Abonelik...
 
İnsan ve Hayat Dergisine Hemen abone olmak için Buraya tıklayın ve aboneliğinizi gerçekleştirin. Herhangi bir referans linki değildir. İsterseniz direk googleden aratarakta İnsan ve Hayat Aboneliğinizi gerçekleştirebilirsiniz. Abone ola tıkladığınız zaman karşınıza yukarıdaki gibi bir ekran çıkmaktadır gerekli bilgileri doldurarak aboneliğinizi gerçekleştirebilirsiniz.

İnsan ve Hayat'a Dair Herşey

İnsan veHayat Dergisi yayına başladığı günden beri bir çok konuya ışık tumuş ve tutmaya devam etmektedir.
 
İnsan ve Hayat dergisinin Takipçisi olarak sizlere tavsiye etmeden geçemeyeceğim. Çünkü İnsan ve Hayat Dergisi Çocuk eğitiminden tutun Ergenlik dönemi ve sonrası için tam bir kaynak teşkil etmektedir. İnsan ve Hayat dergisinin Hangi konulara daha fazla ağırlık verdiğini ilerleyen günlerde daha çok paylaşmaya gayret edeceğiz.