14 Aralık 2012 Cuma

Baktığında İnsanı Gören Kurumlar: Vakıflar



Baktığında İnsanı Gören Kurumlar: Vakıflar
Özel sektör gibi kamu sektörü de aslında insana baktığında bir kâr görür. Özel sektör, şahsi fayda sağlayan özel ihtiyaçları karşılar. Karşılığındaysa mal ve hizmetleri tüketenlerden “fiyat” adı altında bir bedel talep eder. Kamu sektörünün aldığı karşılık ise vergi ve harç gibi bedellerdir. Vakıf ise hiçbir bedel talep etmeden hizmet eden müesseselerdir.
Günümüz ekonomi anlayışına göre insan ihtiyaçları kamu sektörü ve özel sektör tarafından karşılanmaktadır. Kamu sektörü, devlet ve bağlı birimlerinden oluşmaktadır. Kamu sektörü sosyal fayda sağlayan adalet, savunma, eğitim gibi temel kamu hizmetlerini sunmaktadır. Bu hizmetlerin maliyetlerini ise vergi ve harç gibi cebre dayanan kamu gelirleri ile karşılanmaktadır. Dolayısı ile vakıf malının kamuya devredilmesi, karşılıksız hizmet veren bir kurumun artık karşılık talep eder hale gelmesi manasını taşır.
Piyasa ve kamu kesimi başarısızlıkları, insan ihtiyaçlarını karşılama konusunda bu iki sektörün yetersiz kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Hal böyle iken hem şahsi ihtiyaçları hem de toplum ihtiyaçlarını karşılayacak üçüncü sektöre ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sektör, özünde vakıfların olduğu bir sektördür. Bu sektör insana baktığında onda kâr görmez, hizmet ve fayda görür.
Vakıf müessesesi
Vakıf kelimesi, Arabî lügatte “hapsetmek”, “alıkoymak” anlamlarına gelmektedir. Hukuki anlamı; “Allah rızası için bir malın devamlı olarak Allah’ın kullarının kullanımına tahsis etmek” demektir. Vakıf yerine kullanılan bir diğer kelime “habs” veya “hubs” kelimesidir. Allah yolunda gaziler için at vakfeylemek” veya “mutlak olarak mal vakfetmek” manalarına gelmektedir.
Vakıf müessesesi kaynağını kitabımız Kur’anı Kerim’den alan bir müessesedir. Vakfın Kur’anı Kerim’deki delili “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça tam hayra nail olamazsınız”. ( Al-i İmran Suresi, 92.Ayet ).
Vakfın Hadis-Şerif delili, “İnsanlar öldükleri zaman tabiatıyla amelleri kesilir; bunun üç istisnası vardır; birincisi sadakai cariye, ikincisi kendisinden sonra faideli bir ilim, üçüncüsü kendisine hayır dua eden evlattır.”(Riyazussalihin 3., 5.)
Ecdadımız bu emri ilahi ve hadisi şeriflerin gösterdiği istikamette ilerleyerek özü vakıf müessesesine dayanan devlet idareleri kurmuşlardır. Vakıflar, tarihimizde İslam medeniyetinin ulaştığı bütün coğrafyalarda, dallarıyla asırları gölgeleyen koca bir çınar gibi durmaktadır. Öyle ki memleket savunmasından eğitime kadar, şehirlerin inşasından hayvanların korunmasına kadar hayatın her cihetinde vakıflar kurulmuş, insanlara karşılıksız hizmetler sunulmuştur.
Sosyal ihtiyaçların karşılanmasında vakıf uygulamaları
Vakıf müessesesinin en yaygın olduğu alanlardan birisi, insanoğlunun günlük hayatında maruz kaldığı risklerin giderilmesi konusundadır. Modern bilim anlayışının “sosyal güvenlik” olarak ifade ettiği bu alanda fakirlerin gözetilmesi, kimsesizlerin korunması, hastaların tedavisi, borçluların borçlarının ödenmesi, yetimlerin ve dulların himayesi için vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflara ilişkin bazı misaller aşağıda mevcuttur.
  • Yavuz Sultan Selim Han’ın 947 H. (1540 M.) tarihli vakfiyesi; Her gün iyi cins undan 100 ekmek pişirilip fakir halka dağıtılması
  • Sivas’ta “Daru’r reha Vakfı’nın 1268 H. (1851 M.) tarihli vakfiyesinde; Hastalık ve benzeri afet ve olaylar nedeni ile geçim sıkıntısına düşerek ihtiyaç ve zaruret içinde bulunan yoksulların, yetimlerin ve dul hanımların ihtiyaçlarının giderilmesi
  • Manisa’da “Çakıroğlu Mehmet bin Hasan bin Mehmet Vakfı’nın 1316 H. (1908 M.) tarihli vakfiyesi; Talebelerin ders kitapları alınıp adı geçen köyün fakir, küçük öğrencilerine verilmesi, okuyan yetim çocukların yiyecek ihtiyacının karşılanması, bayram arifelerinde okuyan bu yetim çocukların giydirilmesi.
  • Sivas’ta “Hattab İbni Saib Ahmet İbni Rahat Vakfı’nın 721 H. (1321 M.) tarihli vakfiyesi; Herhangi bir kaza veya bela sebebi ile borçlanma durumunda kalanlara kefil göstermek şartıyla borç verilmesi. Amalardan muhtaç olup da mahalle ve sokaklarda, çalışmayacak durumda olanlara yıllık 2050 dirhem tahsis edilmesi. Kadı ve Valinin hapsettiği kişiler için 120 dirhem ayrılarak bu paradan her ay hissesine düşen 10dirhem ile ekmek alınıp mahpuslara dağıtılması..
  • İstanbul’da “Merhum Mevlâna Şah Ali Çelebi kızı Fatma Hatun Vakfı’nın 993 H. (1585 M.) tarihli vakfiyesi, Vakfeylediği evlerde fakirlerin ve dul hanımların oturması, adı geçenler otururken binada onarım gerekmesi halinde vakıfça bu onarımın yapılması.
  • Konya’da “Abdullah oğlu Şazibey Ağa Vakfı’nın 828 H. (1424 M.) tarihli vakfiyesi, Gelip giden Müslüman fakirlerin konaklama ihtiyacını karşılamak üzere, sofa, mutfak, odunluk, birçok oda ve avludan oluşan bir konak yaptırılması.
  • Kayseri’de “Abdullah oğlu Emir Alemüddin Vakfı”nın 500 H. (1106 M.) tarihli vakfiyesi, Kayseri’de bulunan fakirlere ve kimsesiz çaresizlere sarf edilmesi.
Fatih Sultan Mehmet Han’ın vakfiyesi ve diğer vakfiyeler incelendiğinde, günümüzün refah devletlerinin büyük kaynaklar ayırarak çözmeye çalıştığı, buna rağmen yeterli başarıyı sağlayamadığı sosyal güvenlik hizmetlerinin sunumunda, bir kuruş kamu kaynağı kullanmadan kurulan vakıfların ne kadar önem arz ettiği anlaşılmaktadır. Vakıf sisteminin gönüllülük esasına dayanması ve zenginlerin ellerindeki kaynakların toplumun fakir kesimlerine dağıtılmasına vesile olması, gelir ve servetin dağılımını düzenlemektedir. Böylece zengin-fakir kesimler arasında çıkabilecek çatışmalar kendiliğinden azalacaktır.
Bugün küreselleşme olarak ifade edilen yeni ekonomik anlayış, çok uluslu şirketlerin ekonomik ihtiraslarına uygun olarak devam etmektedir. Fakat ne hazindir ki beraberinde fakirleşme, açlık, salgın hastalıklar, ekonomik krizler ve sosyal hayattaki bozulmalar da hızla yaygınlaşmaktadır. İşte tam bu noktada medeniyetimizin asli unsurlarından olan vakıf müessesesine olan ihtiyaç yeniden gündeme gelmektedir. Ancak buradaki muvaffakiyetin şartı dinimizin usullerine uygun vakıf sistemlerinin kurulup yaşatılmasının teminidir.
İnsanoğlunun hayatına hayat katan vakıf müessesemizin aslına uygun olarak devamının sağlanması temennisiyle.

Yapılan Her Yenilik Patent Alabilir mi?



Yapılan Her Yenilik Patent Alabilir mi?
Patent, sanayideki herhangi bir probleme getirilen teknik çözümlerdir. Sadece elle tutulur icatlara patent alınmaz, usuller ve sistemlere de patent alınabilir. Bir icadın patentlenebilmesi için sanayiye uygulanabilir, yani çoğaltılabilir olması gerekir.
Patent alınacak icatta üç özellik aranır: İcat basamağı (tekniğin bilinen durumuna dâhil olmama), sanayiye uygulanabilirlik ve yenilik.
Patentten bahsederken yakın bir konu olan marka tescilini de bilmek lazım. Çünkü marka tescili ile patentin aynı olduğu zannediliyor; ancak bunların ikisi de farklı şeylerdir. Marka, bir ürün ya da hizmeti ayırt etmede kullanılan her türlü işarete verilen addır. Mesela, sesler dahi marka olarak kullanılabilmektedir. Patent ise icat sahibine, icadını kamuya açıklamak şartıyla devlet tarafından tanınan süreli bir imtiyaz veya tekel hakkıdır.
Bu konuyu bir misalle açıklayalım: Kinetik enerjiyi kullanarak kendi kendini şarj eden bir telefon icat ettiğimizi varsayalım. Yani sanayideki bir probleme teknik çözüm getirdik. Şarj problemini hareket sonucu açığa çıkan kinetik enerji kullanımı ile çözdük. Probleme getirmiş olduğumuz çözüm metodumuzu patentle koruyabiliriz. Ancak bu ürünü piyasadaki diğer ürünlerden ayırt etmek için bir de markaya ihtiyacımız var. Markamız da “Pilibitmez” olsun. İşte, ürünümüz için kullanacağımız “Pilibitmez” ibaresini rakiplerimizin kullanmaması için marka olarak tescil ettirmiş oluruz.
İcat basamağı
İcat ya da icat basamağı, tekniğin bilinen durumuna dâhil olmayan yeniliktir. Her yenilik (inovasyon) icat değildir. Çünkü her inovatif ürün icat basamağı taşımayabilir. İcat basamağının özelliği, tekniği bir adım daha ileri götürmesi ya da mevcut teknikten çıkarılamıyor olmasıdır.
“Patent konularının bağımlılığı” diye bir husus daha var. Diyelim ki bir icat ortaya koydunuz. Ancak sizin icadınızın çalışması için, başka icatlardan faydalanmanız gerekiyor. Yani, sizin icadınız başka bir icat üzerinde faydalı oluyor yahut onun üzerinde çalışabiliyor. Mesela, birisi bardağı bulmuş; siz de kulpu bulmuşsunuz. Kulpun patentini alıp tek başına üretip satabilirsiniz. Ancak bardakla beraber kulpu satmak istiyorsanız, bardağın patent sahibinden izin almanız gerekir. Zira bardağın patent koruması devam ediyor. İşte buna “patent konularının bağımlılığı” deniliyor.
Fikirlere de patent veriliyor mu?
Fikirlere patent verilmez. Ancak fikirlerinizin dış âleme yansıma biçimleri vardır. Bu yansıma makaleyle, resimle ya da mimari eserle olabilir. Bunların telif hakkı vardır. Telif hakkı koruması patentin çok ilerisindedir. Patentle icadınız 20 yıl korunabilir. Telif hakkı koruması sayesinde sahibinin hususiyetini taşıyan ve kanunda belirtilen türlerden birine dâhil olan eserler, ömür boyunca ve eser sahibinin vefatından sonra da 70 yıl korunmaktadır.
Patentin veya telifin mantığı
Telif, eseri ve eser sahibini koruyor, eserin ticarileşmesini sağlıyor. Siz bir eser ortaya koydunuz diyelim; bu yazılı eser olabilir, mimari eser olabilir. Telif hakkınız korunduğu için emeğiniz başkaları tarafından çalınamıyor. Patentte ise gerekçe çok farklıdır. Asıl gaye ne patent sahibini, ne de ürünü korumaktır; temel amaç gelişime katkı sağlamaktır. Patent hakkı olmasa, devlet icadınızı koruyacağını taahhüt etmese, insanlar icat sırrını açıklamak istemez.
Tersine mühendislik ile bir ürünün nasıl elde edildiği ortaya çıkarılabiliyor. Fakat eskiden böyle değildi. Hatta bazı ürünler için tersine mühendislik halen mümkün olamıyor.
Patent alınan yenilikler takip edilebilir mi?
Yeniliklere ait dokümanlar yayınlandığı andan itibaren çeşitli veri tabanlarına aktarılıyor.
Dünyadaki teknik birikimin % 80′ine bu veri tabanlarından ulaşılabilir. Her hangi bir teknik konuyu araştırıyorsanız, patent veri tabanlarına göz atmanız yeterli olur. Bir icat yaptınız, ya da bir ürün geliştiriyorsunuz, bu veri tabanlarından istifade etmeniz size katkı sağlayacaktır. Çünkü geçmişten günümüze neredeyse bütün icatlar bu veritabanlarında kayıt altına alınmaktadır.
Patent dosyalarında “istemler” adında bir bölüm vardır. Korumanın çerçevesi “istemlerle” çizilir. İstemlerle belirtilen unsurların her biri taklit ürün üzerinde varsa, “Patent hakkına tecavüz vardır.” denilir. Ve müdahale edilir. Mesela bardak var; ama kimse kulp yapmamış. Kulpu siz icat ettiniz. İstemlerde, “İcadınız bardak olup özelliği yekpare bir kulpa sahip olmasıdır.” diye belirtirsiniz. Bir başkası sizin kulpunuza nispeten yeni ve icat basamağı taşıyan daha modern bir kulp tasarlayabilir. Bu da bir yeniliktir ve korunur.

Dünyanın Namaz Vakitlerini Hesaplıyoruz: Fazilet Takvimi


Dünyanın Namaz Vakitlerini Hesaplıyoruz: Fazilet Takvimi

İslam âlimleri, astronomi sahasında günümüzü etkileyecek bir seviyeye gelmeyi başardılar. Bize bunu, onların tespit ettiği rakamların bugünkü teknolojiyle tespit edilen rakamlara çok yakın olması gösteriyor. Yine bu âlimlerin ibadet vakitleri hakkındaki çalışmalarıyla yüzyıllar öncesinden doğru değerler tespit edilmiştir. Fazilet Takvimi ibadet vakitlerini hesaplarken, hem bu tecrübeli tarihi geçmişi, hem de günümüz teknolojisini fıkhî hassasiyetle kullanıyor.
Astronomi ya da “İlm-i Hey’et, İlm-i Felek” olarak bilinen ilmin tarihine baktığımızda, bu sahada İslam âlimlerinin ne kadar da önemli bir noktaya geldiklerini rahatlıkla görebiliriz. ‘Vakti muayyen (belli vakit) olan ibadetleri’ hakkıyla yerine getirebilme hassasiyeti, İslam âlimlerini bu sahada çalışmaya ve ilerlemeye teşvik etmiş. Günümüzde de bu hassasiyet devam ediyor.
“Takvim hazırlarken kullandığımız materyallerle yaptığımız hesaplamaların hepsi günümüze göre yüksek standartlara sahip.” diyen Fazilet Takvimi Muvakkidi Adem Yılmaz‘la hassas olduğumuz ibadet vakitlerinin nasıl hesaplandığını İnsan ve Hayat Dergisi okurları için konuştuk. Teknik bir konuyu astronomiyle alakası olmayan herhangi bir Müslüman’a izah etmenin zor olduğuna değinen Adem Yılmaz, önce kameri ayları nasıl tespit edildiğini anlatıyor arkasından da namaz vakitlerini isabetli bir şekilde hesaplamanın üç yolu olduğunu söylüyor.
Ayın başlangıcını nasıl hesaplıyorsunuz? Kameri ay meselesi nedir?
Her ayın başında Ay, Dünya, Güneş aynı hizaya gelirler. Buna astronomide kavuşum (içtima) deniyor. Aynı hizaya geldiği an, uluslararası standartlarda yeni ay başlangıcı kabul edilir. Ay’ın yeni ay, ilk dördü, son dördü, dolunay şeklinde farklı safhaları vardır. Anlattıklarımız astronomik bilgilerdir. Ancak bir ayın yeni ay olması, fıkhî olarak her zaman kameri ay başlaması demek değildir. Bir de şunun özellikle altını çizmek istiyorum. Ayın her yerden görünmesi teknik olarak mümkün değil zaten. Çünkü Ay Dünya’dan küçüktür ve Güneş’ten her zaman ışık almaz.
Ay’ın geometrik ve görülebilen (ru’yet) olmak üzere iki türlü doğuşu ve batışı vardır. Geometrik olarak Ay, ufuktan yukarıda olduğunda doğmuştur, aşağıda olduğunda batmıştır. Görülebilen doğuş batış ise, bir gök cisminin çıplak gözle görülmeye başlanması ve görülmenin bitmesidir. Biz kameri ayları başlatırken görülebilen doğuşu (ru’yet) esas alırız. “Görerek başlayınız, görerek bitiriniz.” hadis-i şerifini ölçü olarak kabul ederiz. Bunun için de yine astronomik birtakım şartlar gereklidir.
Ay’ın geometrik olarak doğup battığı çok özel teleskopla yahut Ay’a lazer ışığı gönderilerek anlaşılabiliyor. Kameri ayı başlatabilmek için böyle bir şeyi insanlardan beklemek mümkün mü? Lazerin keşfedilmediği bir dönemde siz böyle bir şey yapalım derseniz, insanlara kaldıramayacağı sorumluluklar yüklemiş olursunuz. Onun için “Görerek başlayın görerek bitirin.” buyrularak çok mükemmel bir çözüm yolu gösterilmiş. Dağdaki çoban bile bunu basitçe anlayabilir. Görerek başlanacak görerek bitirilecek bu kadar basit.
Fıkhî olarak, Hanefi mezhebine göre dünyanın herhangi bir yerinde Ay görülürse bunu haber alan herkesin amel etmesi gerekir. Şafi mezhebinde ise her beldenin ayrı ayrı görme şartı vardır. Bunları anlatırken hadiselere bugünkü gözlükle bakmayalım. Böyle düşündüğünüz zaman her iki görüşte aslında büyük bir nimet.
Namaz vakitleri nasıl hesaplanıyor?
Bir ülkenin namaz vakitleri hesaplamaya başladığımızda, önce o ülkenin yerel saatini buluruz. Aksi takdirde hesaplamalar bir saat ileri yahut geri olabiliyor. Ülke şehirlerinin koordinatlarını (enlem, boylam) üç kaynaktan teyit ediyoruz. Verilerin doğru bir şekilde tespit edilmesi, en fazla hassasiyet gösterdiğimiz konulardan bir tanesi. Çünkü uluslararası basılmış haritalarda bile bazen yanlışlık yapılabiliyor. Mesela çok kullanılan bir atlasta Singapur’un koordinatları hatalıydı. Ardından yerel saatini baz alarak namaz vakitlerini hesaplıyoruz.
Namaz vakitlerini hesaplarken birden fazla teknik ayrıntı kullanıyoruz. Bir namaz vaktini hesaplamak için, farklı elli ayrı kriteri dikkate aldığımızı telaffuz etsem mübalağa etmiş olmam. Sıcaklık, nem, basınç, yükseklik, enlem, boylam, arazi yayılımı. Bu ayrıntılar en mühim olanlarıdır. Bunlar uluslararası standartta astronomik değerlerdir ve dikkate alınmazsa hesaplamalar yanlış çıkar. Bir de namaz vakitlerini hesaplarken kürevî trigonometri formüllerini kullanıyoruz. Çünkü dünyayı düz bir tepsi gibi düşünemeyiz. Eğer bu formülleri kullanmazsak çıkan sonuçlar yanlış olur.
Fazilet takviminin namaz vakitlerini birkaç dakika farklı bulanlar “Siz hep kendi bildiğinizi okuyorsunuz, Amerika’yı siz mi keşfettiniz?” gibi ifadeler kullanılıyorlar. Böyle bir şeyi kabul edemeyiz. Çünkü biz de dünyanın uluslararası standartta formüllerini kullanıyoruz. Sadece hassasiyet gösterdiğimiz bize özel detaylar var. Kullandığımız formüller, hem Diyanet İşleri Başkanlığı hem de uluslararası astronomi otoriteleri tarafından kullanılan formüllerdir. Hatta astronomi uzmanlarının dışında bu formülleri gemi ve uçak kaptanları halen kullanır.
Namaz vakitleri ile ilgili hangi esasları kullanıyorsunuz? İmsakta kullandığını dereceleri nasıl hesaplıyorsunuz?
Namaz vakitleriyle ilgili dayanak olarak Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın Riyazü’l Muhtar isimli eserindeki esasları kullanıyoruz. Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri’nden intikal etmiş bu kitapta, namaz vakitleri hesaplanırken kullanılacak dereceler hakkında en sahih bilgiler ve ecdadımızın yaptığı rasatlar yer alıyor. Bu eserle ilgili tetkikler yapıldı, incelendi. Kitaptaki değerlere göre en isabetli namaz vakitleri imsak için 17 ve yatsı için 19 dereceleri kullanılarak hesaplanmasıdır. Bizim yatsı namazında 17, imsak vaktinde de 19 kullanmamızın dayanağı bu eserdir. Diyanet Takvimi ise 1983 yılından itibaren hem yurt içinde hem yurt dışında imsakta 18, yatsıda 17 dereceyi kullanmaya başladı.
Kullanılan derecelerin farklı olması, namaz vakti olarak takvime farklı yansıyor. Derece farklılığından dolayı yatsı ve imsak vaktinin girmesiyle alakalı tartışmalar olabiliyor. Fıkhî olarak yatsı vakti, güneş battıktan sonra ufukta kızıllık kaybolduğu zaman başlar. Buradaki tartışma, “Kızıllık ne zaman kayboluyor?” üzerine yapılıyor. Bununla ilgili farklı görüşler var. İmsak ve yatsı için farklı dereceleri beyan edenler de olmuştur. İslam alimlerinin ittifak ettiği 17, 19′dur. Biz, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın eserini de göz önünde bulundurarak, ufuktan kızıllığın kaybolma anının derece olarak karşılığını, 17 olarak kabul ediyoruz.
Yükseklik namaz vakitlerini etkiler mi?
Bir yerin namaz vaktini hesaplamada, sıcaklık, nem, basınç, yükseklik çok önemlidir. Dünyanın her yerindeki sıcaklıklar sabit, nemler basınçlar sabit ve yükseklikler sıfır olarak kabul ediyorlar, böyle bir şeyin olması ilmen mümkün değildir. Böyle bir şeyi iddia edemezsiniz. Biz bu durumları dikkate alarak sabit temkine ve ilave olarak birde yükseklik temkini kullanıyoruz. İnsanlar sabit temkini konuşuyorlar ama bunu (yüksekliği) bilmiyor.
Boğazı bir Üsküdar’dan seyretmek var, bir de Çamlıca tepesinden. Çamlıca tepesine çıktığınızda herkes Üsküdar’dakiyle aynı manzarayı gördüğünü iddia edebilir mi? Çamlıca Tepesinden İstanbul’u farklı ve daha geniş açıdan görebilirsiniz. İşte bunun gibi yükseklik namaz vakitlerini çok etkiliyor.
Mesela ülkemizde 250 metre yükseklik İstanbul’un namaz vakitlerini 3-4 dakika etkiler. Bu yükseklikte yazın vakit geç girer, kışın da tam tersi olur. Bu fark kutuplara doğru daha da artar. Köln’de 250 metre yükseklik namaz vakitlerini 8 dakika, Oslo’da 19 dakika, kutuplara doğru ise daha fazla etkiler. Ben 35 dakika fark olan yerleri bizzat gördüm. Yüksek binalar da buna benzer. Binanın ilk katıyla en üst katında vakit aynı anda girmez. İstanbul’da yüksek binada (250 metre) oturan birisi iftarı alt kattakinden 4 dakika sonra açması gerekir.
Oslo, Stocholm özellikle de İskandinav ülkelerinde yüksekliğin etkilediği çok anormal şeyler var. Her yerin farklı yükseklikleri, farklı değerleri var. En önemlisi, bulunan enlemden kaynaklanan ışığı alış açıları da farklı.
Biz fıkıh kitaplarından, “Görerek başlayın; görerek bitirin.” bilgisini öğrendik. Aynı şekilde namaz vakitlerinde de vaktin olabilmesi için çıplak gözle görülebilmesi esastır. İnsanlar güneşin batmadığını görüyorsa, siz istediğiniz kadar formül ve hesaplama deyin, bu doğru olmaz.
Bir şehir için hesapladığınız vakit, şehrin tamamında nasıl kullanılıyor?
Bir şehrin namaz vakitlerini oranın valilik binasının koordinatlarına göre hesaplıyoruz. İstanbul valiliği için yapılmış bir hesabı Tuzladan Çatalca’ya, Adalar’dan Beykoz’a, Ümraniye’den Zeytinburnu’na kadar İstanbul’un her tarafında kullanıyoruz. Hatta eskiden Yalova bile İstanbul’un vakitlerini kullanıyordu. Yani, “Nokta için yaptığımız hesapları alanda kullanıyoruz.” Ayrıca Fazilet Neşriyat takvimin sonunda ilçelerin vakitleri de var.
Aslında nokta hesabı nokta atışı için kullanılır. Mesela bir yere ulaşılacaksa oranın koordinatlarının bilinmesi yeterlidir. Lakin noktada yaptığımız hesabı alanda kullanacaksak, o zaman bu alanın tamamını göz önünde bulunduracak bir hesap ortaya koymamız icap eder. Çünkü insanların hepsi o noktaya göre ibadet edecek. Onun için de bizim özellikle sabit temkin değerlerini bu alanı kapsayacak şekilde yapmamız gerekir. Biz buna”isabetli değer” diyoruz.
Bu hususta en çok sorulan, “Ortalamasını mı kullanıyorsunuz?” sorusu oluyor. Öyle bir şey olamaz. Ortalamayı kullandığınız zaman maksimum ve minimum değerlerini göz ardı etmiş olursunuz. Biz orada maksimum ve minimum değerleri alıyoruz, onları kapsayacak şekilde ortalama değil isabetli değeri tercih ediyoruz.
İsabetli değeri bulmak için de sıcaklık, nem, basınç, yükseklik, enlem, boylam, arazi yayılımı gibi değerlerin hepsini göz önünde bulunduruyoruz. Dikkat ederseniz bu değerlerin hepsi uluslararası standartta astronomi otoritelerinin tarafından kullanılan ölçüler ve değerler. Yani sadece bize özel değerler değil, uluslararası kabul görmüş formülleri kullanıyoruz. Ancak bizim bir farkımız var; O da bu bilgileri fıkhî süzgeçten geçiriyor olmamız.
Vaktin girmediği bölgelerde nasıl bir uygulama yapıyorsunuz?
Öncelikle mesele hakkındaki fıkhî görüşleri izah edelim. Hanefi mezhebine göre “Bir yerde vakit girmiyorsa orada namazın farziyyeti düşer.” bunu yatsı namazı için söylüyorum. Şafi mezhebine göre ise Cibril Hadisi uygulanır. Yani, vakit giren en yakın yere göre amel edilir.
Almanya ve kutup bölgesine yakın ülkelerde (47 derece 30 dakika ve üzeri) yatsı namazı ve sabah namazı gerçekten çok zor icra ediliyor. Yatsı vakti girdikten birkaç dakika sonra sabah namazının vakti giriyor. İnsanlar bu azıcık vakitte namazı kılma hususunda zorluk yaşıyorlar. Onun için vaktin sukut etmesi (düşmesi) fetvası bir nimettir.
Hanefi mezhebine göre vaktin girmediği yerlerde biz namaz vaktini yazmıyorduk. Ama fıkhi bilgileri zayıf olan insanların endişeli sözlerine karşı fitneye (karışıklığa) sebep olmasın diye takvimlere takdiri vakitleri koymaya başladık.
Ancak, “Hanefi mezhebine göre amel etmek istiyorsanız fetva budur. Şafi mezhebine göre amel etmek istiyorsanız fetva budur.” şeklinde izahatı da ekledik.
Fazilet Takvimi dünyada kaç farklı bölgenin namaz vakitlerini hesaplıyor?
Biz 50′den fazla ülkenin ve 2 bine yakın şehrin namaz vakitlerini hesaplıyoruz. Bu sayı her geçen gün artarak devam ediyor. Geçenlerde bizden Bumerans diye bir kutup şehrinin namaz vakitleri istendi. Bu hadise bizi çok duygulandırdı. Çünkü orası kutup bölgesinde bir şehirdi. Orada da Müslümanlar vardı. “Kutuplarda namaz vakti nasıl hesaplanır?”diye kutup bölgesinin teorik hesaplarlarını yapıyorduk. Lakin pratiğini hiç yapmamıştık. Hesaplamalarını yapıp gönderdik.
Netice olarak söylemek istedikleriniz neler?
Şu an geldiğimiz yer, rüyasını bile göremeyeceğimiz yer, Elhamdülillah! Teknolojinin gelişmesi, matbaa tekniklerinin gelişmesi, bir de ekonomik imkânların artması işimizi kolaylaştırdı. İlk namaz vaktini hesapladığımda sadece bir şehir 25 dakika sürüyordu. Biz bugün 5000 şehrin namaz vakitlerini hesaplıyoruz. O hızla bunu bir yılda dahi tamamlayamazdık.
Çalışmalarımızı iyi bir ekiple sürdürüyoruz. Teknik alt yapıya yatırımlar yapıldı. Vizyonumuz da bu yüzyıla uygun. Şu an koordinat çalışmalarında belli bir noktaya gelindi. Namaz vakitlerinde isabetli olduğumuzu herkes söylemeye başladı. Müslümanların olduğu her yere Hazreti Allah’ın yardımıyla namaz vakitleri hizmetini götüreceğiz inşallah.

Her Namazın Bir Vakti, Her Vaktin Bir Hesabı Var


Her Namazın Bir Vakti, Her Vaktin Bir Hesabı Var

Her ibadetin bir vakti, her vaktin de bir hesabı var. Buradaki hesap iki türlü. Biri namaz vakitlerini hesaplama, diğeri ise farzı yerine getirip getirmemenin hesabını vermekle alakalı. Birincisinde Müslümanlar ibadetin zamanını hesaplıyor, ikincisinde ise yapılan ibadetin hesabını Hazreti Allah’a veriyorlar. Bu yazımız, namazın vaktini hesaplamakla alakalı. İbadetin hesabını vermek tabi ki daha önemli; ama şimdilik küçük bir hatırlatma ile iktifa ediyoruz.
Bu yazıyı okumaya başlamadan önce bir şey yapmanızı istiyorum. Gecelerini gündüzlere katarak, İslamiyet’i en güzel şekilde yaşayıp diğer Müslümanlara da yaşatmak için Kuran-ı Kerim, sünnet-i seniye ve icma’dan hüküm çıkartan müçtehitlerin ruhlarına Fatiha okumanızı rica ediyorum. Çünkü onlar, hayatın her alanına ve insanların her anına sirayet eden bu dini, farklı farklı memleketlere, kültürlere, ırklara ulaştırmakla kalmadılar, dünyanın farklı coğrafyalarda yaşayan insanların karakter ve mizaç farklılığına rağmen ahkâm-ı ilâhiyeyi onlara en iyi şekilde tatbik ettirdiler. Onların Kuran-ı Kerim, sünnet-i seniye ve icma’dan hassasiyetle çıkarttıkları hükümleri yüzyıllar sonra bizler bile, şimdi gönül rahatlığı ile tatbik edip sevap kazanıyoruz. Elhamdülillah.
Namaz vakitleri Kuran-ı Kerimde yedi yerde zikredilmiştir. Bu yerlerden Rûm Süresi ayet on yedi ve on sekizde Hazreti Allah şöyle buyuruyor: “Akşama ulaştığınızda, (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah’ı tesbih edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.”
İbn Abbas Hazretleri bu ayet-i kerimelerle alakalı “Hazreti Allah bu iki ayet-i kerimede beş vakit namazı vakitleriyle beraber bildirmektedir.” diyor. Ayet-i kerimede namaz vakitlerinin sınırları, bizim anlayabileceğimiz şekilde net olarak çizilmemiş. Ancak bu sınırlar daha sonra Peygamberimiz’in tarifine uygun olarak tespit edilmiştir. Çünkü Kuran-ı Kerimde geçen beş vakit namazın vakitlerinin ince bir şekilde uygulamalı tayini, Efendimiz tarafından yapılmıştı.
Peygamber Efendimiz’in ashabına uygulayarak gösterdiği vakitler, kendisine Cebrail Aleyhisselam tarafından, bir defa namazların ilk vaktinde, bir defa da son vaktinde kıldırarak gösterilmiştir.
Her ne kadar yeni teknolojilerin kullanımıyla namaz vakitleri çok daha farklı usuller kullanılarak tayin edilse bile, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden çıkartılan hükümler göz önünde bulundurulmadan, ibadet edilecek vakitlerin tespiti mümkün değildir. Beş vakit namazın hükümlerine, vakitlerin hesaplanmasına ve hesaplanan bu vakitlere ilm-i fıkhın yolunda verilen fetvalarla temkinleri ilave edilerek son halinin verilmesine geçmeden önce, namaz vakitlerinin tarihi seyri ve bu seyir içerisinde yapılan çalışmaları, pratik uygulamaları ve icat edilen aletleri kısaca tanıyalım.
Takvimin tarihi seyri
Astronomi ilmi, tarihte diğer milletler tarafından “hobby” olarak görülürken, Müslümanlar astronomiyi ibadetleri kolaylaştıran bir ilim olarak ele almışlardır. Bu sebeple İslam dünyasında astronomi, ibadet vakitlerinin farklı muhitlerde pratik uygulama çalışmalarının yürütüldüğü saha olmuştur.
Daha ilk dönemlerden itibaren Müslüman âlimler, bilimin imkânlarından faydalanarak rasathaneler kurdular. Buralarda pratik aletler icat ederek bunları, ibadethanelere kurulan muvakkithanelere yerleştirip, yaptıkları hesaplar pratik kullanıma sundular. Ve yüzyıllarca muvakkitler tarafından namaz vakitleri dosdoğru hesaplandı. Muvakkitlerin olmadığı yerlerde kendilerine namaz vakitlerini hesaplama ilmi öğretilen müezzinler, bu işi yaparlardı.
Rasathanelerde âlimler tarafından yapılan rasatlar, âlimlerin fetvaları ile birleştirilerek o zamanki pratik hayatta kullanılan karşılığı ile ifade edilir, kayıt altına alınırdı. İfadeler genelde güneş saati dilinden yazılırdı. Bunun yanında usturlap, Rubu’ tahtası ve su saati cinsinden de kayıtlar tutulurdu.
Güneş saati: Müslümanlar güneşi günlük, ayı ise aylık ve yıllık ibadetlerini düzenlemek için kullanırlar. Bu, Hazreti Allah’ın Müslümanlara bir lütfudur. Güneşin gökyüzündeki durumunu tanımlamada kullanılan aletlere güneş saati denir. Güneş saatleri dünyanın farklı coğrafyalarına yayılan Müslümanların ibadetlerini kolayca yapabilecekleri pratik bir alet olarak kullanılmıştır. Mekanik saatlerin kullanılmasından önce taşınabilir güneş saatleri kullanılıyordu. Bu saatlerde zamanın tayinini hesaplamak için bir çubuğun gölgesinden faydalanıyordu. Yatay, silindir ve ekinoksiyal diye tarif edilen farklı güneş saatleri vardı. Bu saatlerde çubuğun gösterdiği çizgi, gerçek güneş zamanını işaret ediyordu.
Usturlâb: Bu alet, esas itibarıyla gökyüzünün bir düzlem şeklinde panoramik olarak gösterilmesi esasına dayanır. Bir çeşit hareketli gök haritası diye tarif edilebilir. Usturlâbın üzerinde ibadet vakitlerini hesaplamada aracı olan güneş’in ve önemli bazı yıldızların konumları ile kullanım için yapılan tanımlar yazılıdır. Usturlâb; lineer, düzlemsel =(doğrusal) ve küresel olmak üzere üç sınıfa ayrılır. Usturlâb ile yer tayini, yıldızların yüksekliği, günün saati, matematik hesaplamaları, enlem dairesinin hesabı gibi birçok hesaplama yapılabilir.
Rubu’ tahtası: Şekli bir dairenin dörtte biri kadar tahtadan yapıldığı için bu ismi almıştır. “Osmanlı bilgisayarı” denilen bu alet yardımı ile gök cisimleri gözlenerek yükseklik açıları tespit edilebilirdi. Namaz vakitlerinin hesabında yükseklik çok önemlidir. Vakit hesaplamada Müslüman alimler bu noktayı çözerek bize büyük kolaylık sağladılar. Rubu’ tahtası üzerinde altı daire yayı bulunur. Bu yaylardan her biri öğleden evvel ve öğleden sonra farklı saatleri gösterir. Bu yaylara saat-i zamaniye denir. Bu çizime göre gece ve gündüz on iki kısma ayrılmıştır.
Muvakkithaneler: Namaz vakitlerinin güneşe göre hassas bir şekilde tayin edildiği, ayrıca kıble yönü ile hicri ay başlangıçlarının tespit edildiği yerlerdir. Muvakkithaneler ilk Emeviler döneminde ortaya çıkmış daha sonra zamanla kurumsallaşmışlardır. Kurumsallaşmanın zirve dönemi olan Osmanlı döneminde muvakkithanelere tayin edilecek kişilerde aranan özelliklere baktığımızda buraları daha iyi anlayabiliriz. Muvakkit İlm-i Nücum’a (astronomi) ait bilgilere vâkıf olmasının yanında İlm-i Mîkât (namaz vakitleri) ile ezan vakitlerini müezzinlere bildirecek, irtifa (yükseklik) alma fennini yapabilecek, muvakkithane saatlerinin doğruluğunu kontrol edecek, Cuma ve Bayram namazlarında müezzinlerle beraber mahfilde hazır bulunacak.
Müneccimbaşı ve ilk takvim hazırlığı
Günlük, aylık ve yıllık ibadetleri muntazaman bir araya getiren takvimler, Müslümanların kıymetini bilmeleri gereken çok büyük bir kolaylıktır. Şimdi evlerimize astığımız takvimler, aslında uzun bir yolculuk neticesine oraya geldi. Bu yolculukta Osmanlı Devleti’nin bir kurumu olan Müneccimbaşılığın önemli bir yeri vardır. Müneccimbaşı; Osmanlı Devleti’nde astronomi kurumunun başındaki kişi demektir. Ayrıca Müneccimbaşılar namaz vakitleri hakkında yazdıkları eserler ve düzenledikleri astronomik cetvellerle din ilimleri literatürüne çok önemli katkılar sağlamışlardır.
Zamanla tek bir cetvelde topladıkları bilgilerin şimdiki pratik takvimlere dönüşmesinin ilk adımı, nevruzdan nevruza yıllık olarak Padişah için özel hazırlanıp takdim edilen cetvellerdir. Bu cetveller gayet süslü olarak hazırlanır ve içinde hicri, rumi takvimin günleri ile mevsimler, yapılıp yapılmaması gereken işler yer alırdı. Hazırlanan cetveller matbaanın icadından sonra basılıp neşredilmeye başlanmıştır. O tarihlerde takvim neşretme imtiyazı müneccimbaşılara verilmişti.
Ayrıca İstanbul’da bulunan muvakkithanelerin idaresi müneccimbaşına bağlıydı. Oralara tayin edilecek muvakkitlerin yetişmesi ve imtihanlarını müneccimbaşı takip ederdi. Mekteb-i Fenni Nücûm gibi müneccimbaşına bağlı olarak müvakkit yetiştiren astronomi okulları da kurulmuştu. Son müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendi’nin 1924′de vefatından sonra, yeni müneccimbaşı tayin
edilmedi. Bunun yerine aynı zamanda ressam olan meşhur muvakkit Ahmet Ziya Bey başmuvakkit olarak getirildi.
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri de son Müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendiden muvakkitlik dersi alan üç kişiden biridir. Ve Hüseyin Hilmi Efendinin hicri 1342 miladi 1924 senesi için hazırladığı takvimi Türkiye’de 1982 yılında kullanılan takvimin aynısıdır. Peki, namaz vakitleri nasıl hesaplanıyor da teknoloji gelişmesine rağmen namaz vakti hesaplamalarında dakika bile oynamıyor?
Namaz vakitleri nasıl hesaplanıyor?
Namaz vakitlerini hesaplamak, ilmi olduğundan fazla, dini bir meseledir. Bildirilmiş olan vakitleri hesap etmek doğrudur. Ancak hesap ile bulunan vakitler din âlimleri tarafından tasdik edilmesi şarttır. Biz Türkiye’de ve Dünya’da en fazla kullanılan takvimlerden olan Fazilet Takvimi’nin namaz vakitlerini hesaplama usulünü takip ettik. Fazilet Takvimi namaz vakitlerini dört hak mezhep -öncelikle hanefi mezhebi- imamlarının içtihatlarına dayandırmaktadır.
İçtihadın ehemmiyeti ve âlimlerin tasdikinin namaz vakitleri için neyi ifade ettiği Taşköprülüzade’nin Mevdû’at-ul-ulûm adlı eserinde şöyle izah edilmektedir: ” Namaz vakitlerini hesap etmek farz-ı kifayedir. Müslümanların namaz vakitlerinin başını ve sonunu güneşin hareketinden veya alimlerin tasdik ettiği takvimlerden almaları farzdır.” İbadetlerin vakitlerini tayin etmek astronomiden yardım almayı icap ettirirken, tayin edilen vakitlerin tasdiki ayet-i kerime, hadis-i şerif ve müctehidlerin içtihatlarının dairesinde olur. Bu daire de fıkıh alimleri tarafından çizilir.
Bir yerin namaz vakitlerinin doğru olarak hesaplanabilmesi için; küresel üçgen formüllerinin ve diğer astronomik formüllerin fıkhî esaslara tam olarak tatbiki gerekmektedir. Bunun için hesaplamalarda sadece “geometrik değer” sonuçları değil, fıkhî ölçülere uygun olan “görülen değer” sonuçları esas alınır. Çünkü geometrik değer ile hesaplamalar yapıldıktan sonra hakiki vakitler tespit edilir. Ancak bir namazın geometrik vakti ile şer’i vakti arasında bir temkin zamanı farkı vardır. Bu fark olmadan geometrik olarak vakit girse de şer’i olarak namaz vakti girmemiş olabilir. Buna en güzel misal güneş kırılmalarının çok görüldüğü yüksek boylamlardır. Şekil 1′de görülen fotoğrafta geometrik hesaplamaya göre güneş batmış olması gerekiyor. Ancak güneş batmamış gözüküyor. Çünkü burada yüksek oranda güneş kırılması var, hesaplamaya temkin ilave edilerek şer’i vaktin bulunması gerekiyor.
Temkin vakti nedir? Kullanılması zorunlu mu?
Çeşitli sebeplerden dolayı astronomik değerlerin gerçek değer yerine namaz vakti yerine kullanılamayacağını anlattık. Bunun yerine namaz vakitlerinin hakiki değerlerini koruyabilmek için İslâm âlimleri bazı zarurî tedbirler almışlardır. Geometrik değerlerin yine astronomi otoriteleri tarafından yaygın kabul gören ilmî teoriler, kurallar ve metotlar çerçevesinde düzeltmeler zaruri tedbirleri oluşturdu. İşte bu tedbirler sonrasında ortaya çıkan hakiki değerleri elde etmek için yapılan düzeltmelere “Temkin” adı verilmektedir.
Temkin, daha ihtiyatlı olmak için yapılmış bir düzeltme değil, fıkhî olarak yapılması zarûrî bir düzeltmedir. Bu düzeltmelerden sonra ortaya çıkan değerler fıkhî ölçülere uygun hale gelir. Binaenaleyh temkinsiz vakitlerin kullanılması sakıncalıdır.
Temkin hususu önemli olduğu için burada beş madde ile izah etmeye çalışalım. Ancak bu hususta tafsilatlı malumat edinmek isteyenler için Tahtavî’nin “Merâkıl-Felah”, Ahmet Ziya Bey’in “Rub’ı Dâiresi”, Kedûsî’nin “İrtifa Risalesi” ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın “Riyâz-ul-muhtar” gibi eserlere ulaşarak incelemelerini tavsiye ediyoruz. • Temkin vakti hesaplanırken dört hususa dikkat edilir. Güneşin yarıçapı (Nısf kutr-i şems), Güneş ışınlarının kırılması (inkısar-ı şuâ), bulunulan yerin yüksekliği (inhitât-ı ufuk) ve bulunan yerin güneşe göre paralaks (açı) (ihtilaf-ı manzar). Bu dört fiziki unsurdan ilk üçü toplanarak dördüncüsünden çıkarılarak elde edilen değere temkin deniliyor.
•    Bir şehirde, muhtelif yükseklikler için, bir namazın muhtelif vakitleri olur. Hâlbuki bir şehirde, bir namazın tek bir vakti vardır. Bundan dolayı, namaz vakitleri için zâhirî ufuk (görünen ufuk) hatları kullanılamaz. Yükseklik ile değişmeyen (Şer’î ufuk) hattından olan şer’î irtifâ’ kullanılır.
•    Güneşin şer’î ufukdan geçmesi, hakîkî ufukdan geçmesinden evvel olan, zevâlden evvelki vakitler için, hesab ile bulunan hakiki vakitten temkin çıkarılınca, doğru vakit olan şer’î vakit bulunur. İmsâk ve tulû’ (güneşin doğuşu) vakitleri böyledir. “Temkin Müddeti”, imsâk ve güneşin doğuşu vakilerinden çıkarılır, diğer vakitlere ise ilâve edilir.
•    Bir şehrin temkin zamanı, enlem derecesi ve güne göre değişiklik göstermektedir. Bir şehrin temkin miktarı her gün ve her saat aynı değil ise de her şehir için ortalama bir temkin zamanı vardır.
•    Maarif nezaretinin 1898 yılında imsak vakitleriyle ilgili yayınladığı “Muhtasar ilm-i heyet” isimli kitapta temkin şöyle anlatılmıştır: “-17 derece üzerine İşâ-i Evvel, -19 derece üzerine de vakt-i fecir ve İşâ-i Sâni hesap edilir. Fecirden temkin tarh olunmakla imsak bulunur.
Burada hemen sabah ve yatsı vaktini hesaplamak için baz alınan 17 ve 19 dereceleri bahsine geçelim.
Vakit hesaplamada 1719 dereceler neyi ifade ediyor?
Namaz vakitlerini hesaplamanın teknoloji ile bağlantısı fazla abartılıyor. Peygamber Efendimiz’in gösterdiği usulle teknoloji imkânları kullanılmadan bile namaz vakitleri bilinebilir. Hazreti Allah hikmeti gereği namaz vakitlerini kolay şeylerle kayıtlamıştır. Ancak vakitlerin sınırları, dakika dakika milimetrik hesaplamalar söz konusu olduğunda teknoloji bir nebze olsun devreye giriyor.
Teknolojinin devre girmesiyle rasathanelerde hesaplamalar yapıldı. Bu hesaplamalar sonunda yatsı ve sabah namazı vakitlerinin hesabında kullanılan güneşin irtifası (yükseklik), küresel trigonometrinin işin içine dahil edilmesiyle derecelerle ifade edilmeye başlandı. Yapılan hesaplamalarda âlimler, sabah namazı vaktinin girişinin, yani fecrin doğuşunun, güneşin ufkun 19 derece altına geldiği an olduğunu hesaplayıp bu açıyı esas aldılar. Vakitlerin usturlap, rubu tahtası gibi aletler kullanarak hesap yöntemi ile tayinin yaygın olduğu dönemlerde sabah vakti girişi 19 derece irtifa açısı, yatsı vakti girişi ise 17 derece irtifa açısı kabul edilmişti.
Sonraki tarihlerde özellikle batıda yapılan astronomik ölçümlerde, alaca karanlığın 12 ila 18 dereceler arasında oluştuğu tespit edilmiş ve bazı yerlerde 18 derece imsak açısı
olarak kabul edilmeye başladı. 1982 yılında diyanet takvimlerinde de imsak vakti 18 derece esas alınarak hazırlanmaya başlandı. Güneşin batmasından, ufkun 19 derece altına gelmesine kadar geçen süre dünyanın her yerinde aynı olmaz. Bu süre mesela Türkiye ile Almanya arasında birkaç saat farkına kadar çıkabilir.
Esasında uygulama aşamasında bir derecelik açının önemi yok gibi görünebilir. Ancak birkaç nokta, Müslüman âlimlerin 19 derecelik açıyı kabul etmelerindeki hassasiyeti göstermektedir. Özellikle günümüzde yoğun günlük meşakkatler içerisinde Müslümanların sınırlara yaklaşma istekleri, namazların vaktinin dışında kılınma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir. İmsak ve yatsıdaki astronomik şartlar aynı olmayışı, imsak vaktinde karanlığa alışmış bir gözün ilk ışığı tespiti ile akşam aydınlığa adapte olmuş bir gözün son ışığı tespitinden daha kolay olması, aynı derecenin hem imsak hem de yatısı için kullanılmasını zorlaştırmaktadır. Bir de imsak vaktinde nem, sis ve sıcaklık değerleri, yatsı vaktinin şartlarından farklıdır. Son olarak imsak ve yatsı vakitlerindeki alacakaranlığın, ufuk hizasında farklı konumlarda oluşması ve böylece farklı yeryüzü şekillerine ait atmosfer tabakalarının ışığı farklı kırması ve farklı konumlardaki irtifaların aynı olmaması hassasiyetleri arttıran sebepler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Zaten meseleye son noktayı 1958 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan namaz vakitlerinin yanlış olduğunu yazan bir köşe yazarına verilen cevap koyuyor. “İmsak vaktine gelince; Yazınızda, ‘gerek İngilizler, gerek Amerikalılar, gerek Fransızlar bu vakti güneşin 18 derece ufkun altında bulunduğu zaman olarak kabul etmişlerdir.’ diyorsunuz. Acaba Hıristiyan olan bu üç millettin imsak vaktinde hangi ibadetleri var ki imsak vakti için böyle bir dereceyi esas olarak kabul etsinler. Böyle yapmış olsalar dahi, İslam hey’etşinasları tarafından mezkûr vakit İslamî kaidelere göre takdir edilmişken bu hususta yabancılara uymak mecburiyeti nereden çıkıyor”?
1958 yılındaki Diyanet İşlerinin verdiği cevap aslında astronomik tan ve fecri sadık ilişkisini sorguluyor. Astronotlar için 18 derece önemli namaz vakitleri de bu 18 dereceye yakın, burada astronomik tan olan 18 derece, fecri sadık kabul edilebilir mi sorusu ortaya çıkıyor.
Astronomik tan, fecr-i sadık kabul edilebilir mi?
Astronomik tan dıldız gözlemleri için kullanılnı, Yıldız gözlemleri güneş battıktan sonra tan yeri ağarıp aydınlığın vuku bulmasına kadar devam eder. Astronomik tan açısının hesaplanabilmesi için güneşin batma anı ile güneşin doğmaya başlama anı önemlidir. Bu iki vakit “astronomik tan” diye bilinir. Aslında astronomide üç tan vardır. Bunlar güneşin ufkun 18 derece altında olduğu zamana astronomik tan, güneşin ufkun 12 derece altında olduğu zamana denizci tanı ve güneşin ufkun 6 derece altında olduğu zamana ise sivil tan denilmektedir.
Fecr-i sadık ise fıkhi olarak gecenin bitip gündüzün başlamasıdır. Sabah namazı vakti ile orucun başlangıcı fecr-i sadıkta olur. Yalnız burada fecr’in birinci fecr (kazıb) ve ikinci fecr (sadık) diye iki defa vuku bulduğunu hatırlamak gerekir. Birinci fecirde güneş ışınları ufukta kısa bir süre görünüp kaybolur. Asıl fecr ise bu kaybolmadan sonra vuku bulur. İkinci fecirde artık güneş ışınları bir gün boyunca kaybolmamak üzere gelir. Bu meselede ise bizce astronomi mütehassısı Ahmet Ziya Bey son noktayı şöyle koyuyor: “Avrupalılar fecr-i sâdıkın başlaması olarak, ufuk üzerinde beyazlığın tamamen yayıldığı vakti hesap alıyorlar. Bunun için fecir hesaplarında, güneşin irtifâ’ını -18 derece alıyorlar. Biz ise ufuk üzerinde beyazlığın ilk görüldüğü vakti hesap ediyoruz. Bunun için de şemsin irtifâ’ının -19 derece olduğu vakti buluyoruz. Çünkü İslam alimleri, imsak vaktinin beyazlığın ufk-ı zâhirî üzerinde yayıldığı vakit değil, beyazlığın ufuk üzerinde ilk görüldüğü vakit olduğunu bildirdiler.
Beş vakit namazın vakti ve mekruh vakitler
Beş vakit namazın tam vakitleri ve namaz kılmanın tahrimen mekruh olduğu zaman dilimleri Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifleriyle sabittir. “Üç vakit vardır ki, Allah Resûlü (s.a.v) bizi o vakitlerde hem namaz kılmaktan, hem de ölülerimizi gömmekten alıkoyuyordu: Güneş doğmaya başlayıp bir mızrak yükselenene kadar, zeval vakti güneş gök ortasından sapana kadar, güneş batmaya yönelip iyice batana kadar.” (Kütüb-i Sitte) Ukbe Bin Amir (R.A)’ın Efendimiz’den rivayet ettiği bu hadis-i şerife dayanarak mekruh vakitler, işrak, istiva ve isfirar adıyla zikredilmiştir.
Câbir bin Abdullah ile İbn-i Abbâs ve Ebû Hüreyre (r.anhüm)’den rivâyet edilen hadîs-i şerîfte ise Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz namaz vakitleriyle alakalı şöyle buyurmuşlardır:
“Cibril (a.s.) bana iki defa (yani iki gün) Beyt-i Muazzam’ın yanında imam oldu. İlk def’a güneşin gölgesi bir nalın tasması kadar uzadığında bana öğle, her şeyin gölgesi birer misli uzadığında ikindi, oruçlu orucunu açtığı vakitte akşam, şafak kaybolduğunda yatsı, oruçluya yemek-içmek haram olduğu vakitte sabah namazını kıldırdı. Ertesi gün öğle namazını her şeyin gölgesi bir misli, ikindi namazını iki misli olduğu, akşam namazını oruçlu iftar ettiği zamanda, yatsı namazını, gecenin sülüsüne (son üçtebir) doğru, sabah namazını da ortalık iyice aydınlandığı vakitte kıldırdı. Sonra da bana döndü ve: ‘Yâ Muhammed, bu, senden evvelki peygamberin vaktidir. Namaz vakti işte bu ikişer vakitler arasındadır’ dedi.”
Öğle namazının vakti
Cebrâil aleyhisselâm’ın namaz vakitlerini bildirmek için Mîrac Gecesi’nin hemen akabindeki günde vukû bulmuş ve ilk kıldırdığı namaz salât-ı zuhur (öğle namazı) olduğundan bu namaza, salât-ı ûlâ (birinci namaz) denilmiştir. Astronomi bakımından da öğle namazının vakti diğer vakitlerin mebdei; başlangıcı olmuştur. İlk olarak öğle namazının vakti hesap edilir, diğer vakitlerin hesabı ondan sonra ve ona istinaden yapılabilmektedir.
Gündüzün tam ortasında güneşin en yükseğe çıktığı noktadan alçalmaya başladığı zaman -ki, buna zevâl vakti denir- öğle namazı vakti başlar ve ikindi namazının vaktine kadar devam eder. İkindi namazının birinci ve ikinci ikindi olmak üzere iki vakti vardır.
İkindi namazının vakti
Güneş gündüz en yüksek noktaya çıktığı anda, Nısfü’n-Nehâr Kavsi (yani, bulunulan yerin meridyeni) üzerindedir ve bu anda her şeyin gölgesi en kısadır. Her şeyin gölgesinin en kısa olduğu bu zamana “Fey’-i zevâl” denilir.
Bir cismin fey’-i zevâldeki gölgesine o cismin boyu kadar daha gölge ilave olduğunda, yani cismin gölgesi bir misli kadar uzunluğa ulaştığında, ikindi namazının birinci vakti girmiş olur. Buna “asr-ı evvel” denir ve bu imâmeyn kavlidir. Cismin boyu iki misli kadar olduğunda ikindi namazının ikinci vakti girmiş olur ki buna “asr-ı sânî” denir ve bu İmâm-ı A’zam’ın kavlidir. Bir kimse öğle namazını birinci ikindi vaktinden on dakika evveline kadar kılamaz ise, ikinci ikindi vaktine on dakika kalıncaya kadar kılabilir ve ikindi namazını da ikinci ikindi vakti girdikten sonra kılar. Asırlarca uygulanan müftâbih görüş (kendisiyle fetva verilen) ve mâ’mûlünbih (kendisiyle amel edilmiş) olan birinci ikindi, yani asr-ı evvel kullanılmıştır.
Akşam namazının vakti
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed bin Hanbel rahimehümullah indinde, güneş ufuktan battıktan sonra güneşin merkezi, ufuktan bir derece aşağı indiğinde akşam namazı vakti girer. Akşam namazının son vakti ihtilâflı olduğundan ihtiyâten yatsı vaktinden 15-20 dakika evvel bitirilmiş olmalıdır. Bununla beraber sıkışık durumlarda, yatsı namazının vakti girinceye kadar da akşam namazı edâ edilir, kazaya bırakılmaz.
Yatsı namazının vakti
Güneş battıktan sonra, ufkun altında alçalmaya devam eder. Bu arada batı ufku bir süre kızıl bir renk alır, ardından da kısa süreli bir beyazlık devam eder. Güneş battıktan sonra ve doğmadan önce gökyüzünde güneş ışınları atmosfer içinde kırılma ve dağılmaya uğrar. Modern astronomi cihazlarıyla yapılan ölçümlere göre de bu hâdise, güneş battıktan sonra güneşin ufuktan -17 derece alçalmasına kadar devam eder. Bu andan itibaren güneş ışınları atmosfere giremez, gözden kaybolur ve gece başlar. İslâm âlim ve râsıdlarına göre; akşamleyin güneş ufuktan -17 derece aşağı indiği zaman ufuktaki kızıllık kaybolur, bu vakit, yatsının başlangıcıdır.
Sabah namazının vakti
Gece yarısı güneş, en aşağı noktaya indikten sonra tekrar yükselmeye devam eder ve ufuktan -19 dereceye geldiğinde bu sefer doğu ufkunda tan hâdisesi (fecr) meydana gelir. “Fecr-i sâdık” başlar ve gece nihayet bulur. Bu anda ise kızıllıktan evvelki beyazlık başlar, fecr-i sâdık doğar; bu an imsâk vaktidir. Güneş ufuktan doğmadan evvel, güneşin merkezi ufka 1 derece yaklaştığı anda sabah namazının vakti biter ve güneş doğar.
Son olarak
Tatbik edilen bu hesaplama ve temkinlere göre; öğle, ikindi ve yatsı namazı vakitlerine 10′ar dakika, akşam namazı vaktine 7 dakika ilâve edilmiş; imsaktan 10 dakika, güneşin doğuşundan da 5 dakika çıkarılmıştır. Ancak bunlar teknik değerlerdir.
Bu sebeple Müslümanların, vakitlere titizlik göstermeleri, namazlarını vaktin sonuna kadar geciktirmemeleri, özellikle oruca başlarken ve imsak vakitlerini kullanırken daha dikkatli olmaları icap eder. Sabah namazını ise imsak vaktinden en az 15-20 dakika sonra kılmalarını tavsiye ediyoruz. Daha erken kılınması isabetli olmaz.
Vakit namazın farzı olduğu için, hesaba katılamayan hassasiyetlerin vakitlere tam uygulanamama ihtimali vardır. Böyle bir tehlikenin oluşmaması ve hesaplanamayan kaymaların olabileceği de göz önüne alınıp hataya düşmemek için, ihtiyatı elden bırakmamak gerekiyor.
Kaynaklar:
•    http://www.fazilettakvimi.com/tr/muhim_aciklamalar.html
•    Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1991
•    İslam Ansiklopedisi
•    Türkiye Takvimi, “Namaz vakitleri hakkında hazırlanan rapor” İstanbul Mayıs 2003.
•    Lütfi Göker, Uluğ Bey Rasathanesi ve Medresesi, MEB, İstanbul1995.

22 Kasım 2012 Perşembe


Hisar İntercontinantal Hospital Tüp Bebek (IVF) Merkezi Direktörü Doç Dr. Birgül Gürbüz, tüp bebek merkezlerinin toplum tarafından yanlış bilindiğini belirterek, “Tüp bebek merkezi olarak önceliğimiz, erkekte olsun kadında olsun kısırlığı tıbbi veya cerrahi yöntemlerle tedavi ederek, aileleri normal yoldan bebek sahibi yapmaktır. Tüp bebek bizim için en son çaredir.” dedi.

Türkiye’de ilk tüp bebek merkezi 1978 yılında Ege Üniversitesi’nde kuruldu. O günden bugüne tüp bebek yöntemiyle doğan bebek sayısı 50 bini geçti. Geçen 34 yıla rağmen tüp bebek konusu toplum tarafından yeterince anlaşılabilmiş değil. Tüp bebek merkezleri sadece tüp bebek yönteminin uygulandığı, hatta başkasının spermi ile aileler çocuk sahibi yapıldığı gibi çok yanlış bir düşünce oluştuğundan, bu merkezlerden uzak durulmuş. Tüp bebek merkezleri ne tür hizmetler verir? Uygulamalar nasıldır? Kimler tüp bebek merkezlerinden hizmet almalıdır? Burada alınan sperm ve yumurtaların başkası ile karışma tehlikesi var mıdır? Ailelerin yasal güvencesi var mıdır? Kısırlığın nedenleri ve tedavi yöntemleri nedir? Bu ve merak uyandıran soruları sizler adına Doç. Dr. Birgül Gürbüz’e sorduk. Tüp bebek konusunda 33 yıllık tecrübesiyle ve çok sayıda hastaneye tüp bebek ünitesi kurmasıyla tanınan Doç. Dr. Gürbüz dergimiz vasıtasıyla çok önemli açıklamalar yaptı, ailelere çeşitli konularda uyarılarda bulundu.
Sizi tanıyabilir miyiz? Tüp bebekle ilgili çalışmalarınız ne zaman başladı?
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra yurt içinde ve yurt dışında çeşitli kurumlarda çalıştım. 1991 yılında Amerika’ya gittim. Burada Johns Hopkins Üniversitesi Üreme Endokrinolojisi, İnfertilite ve Tüp Bebek Bölümü’nde çalıştım. Oradaki yenilikleri, teknikleri öğrenme imkânım oldu. Türkiye’ye döndükten sonra bir süre daha uzman olarak çalıştım. 2005 yılında ise İstanbul Zeynep Kamil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne geçerek burada Tüp Bebek ünitesini kurduk. Bu ünitenin kurucu hekimlerindenim. Burada Doçent ünvanımı aldıktan sonra da devletten emekli oldum. Sonra TDV İstanbul 29 Mayıs Hastanesi’nin talebi üzerine burada da tüp bebek ünitesini kurdum ve 5 yıla yakın çalıştım. Ardında da Hisar İntercontinantal Hospital’e geçerek burada en yeni teknolojik cihazlarla donanımlı güzel bir tüp bebek ünitesi kurduk. Çok yakın zamanda da ilk tüp bebeğimiz doğdu.
Tüp bebek yöntemi nedir? Size sadece çocuğu olmayan aileler mi başvuruyor, başvurmalıdır?
Tüp bebek yöntemi çocuk sahibi olamayan hastalara çare amacıyla ortaya çıkmış, evli çiftlerin sperm ve yumurtasının laboratuvar ortamında döllenerek kadının rahmine yerleştirilmesiyle çocuk sahibi olmalarını sağlayan bir yöntemdir. Sonradan tıp bilimi ilerledikçe, özellikle genetik hastalıkla doğabilecek bebeklere de çare olmaya başlamıştır. Genetik
rahatsızlığı bulunan karı kocanın sperm ve yumurtaları incelenir, hastalık taşıyan yumurta ve sperm ayrılıp sağlıklı sperm ve yumurta laboratuvar ortamında dölleniyor. Döllenen embriyolardan da bir parça alınarak tekrardan genetik rahatsızlık taşıyıp taşımadığı incelenir. Eğer embriyoda hiçbir rahatsızlık yoksa kadının rahmine transfer ederek sağlıklı bir bebeğe kavuşmaları sağlanıyor. Bu önemli bir gelişmedir. Genetik hastalık riski taşıyan evli çiftler bize başvurabilirler.
Peki, aileler nereden bilecek doğacak çocuklarının genetik rahatsızlığı olup olmayacağını? Bunun belirtileri var mıdır?
Her iki tarafın ailesinde herhangi bir rahatsızlık yoksa bu çok maliyetli olduğundan gerek yok. Ancak, ailenizde ve sizden önceki nesillerde küçük yaşta kayıplar, bilinen genetik hastalıklar varsa, erken düşükler yaşanıyorsa, akraba evliliği varsa o ailelere çocuk düşünmeden önce ön taramaya, kontrole gelmelerini tavsiye ederim. Akraba evliliği yapmış olanlara kan testi analizi yapıyoruz. Eğer genetik rahatsızlık belirtisi varsa tüp bebek yöntemini tercih etmelerini isterim. Bize de genelde bir iki bebek kaybı yaşayan aileler gelirler. Biz isteriz ki; bu tür kötü tecrübeler yaşanmadan taramalarını yaptırsınlar.
Tüp bebek için gelen bir kadın ve erkek öncelikle hangi tetkiklere tabi tutuluyor?
Tetkiklere öncelikle erkekten sperm alarak başlıyoruz. Sperm analizi yaparak, yapısında bir bozukluk, sperm sayısı, rengi, hareketlilik oranı, vb. durumlarına bakıyoruz. Kadında ise hormon testi istiyoruz. Bazı hastalarımızın rahmine özel ışıklarla hastalık ve rahim içi perde olup olmadığını tetkik ediyoruz. Gerekli durumlarda sarılık, AIDS, kızamıkçık vb tetkikler de istiyoruz. Bu tetkikler neticesine bakarak tedavide izleyeceğimiz yönteme bakıyoruz.
Tetkikler sonucunda kaç çeşit hastalık ve kaç çeşit tedavi yöntemi ortaya çıkıyor? En çok rastlanan durum ve tercih edilen tedavi yöntemi nedir?
Çok çeşitli hastalıklar ortaya çıkabiliyor. Genel olarak bakacak olursak, erkekte sperme bağlı hastalıklar olabiliyor, kadında ise rahime bağlı hastalıklar, yumurtalara ait sebepler, tüplere ait sebepler, karın içinde bazı yapışıklar olabiliyor. Aşama aşama hepsini tedavi ediyoruz. Tıbbi tedavi gerekiyorsa tıbbi tedavi, cerrahi müdahale istiyorsa operasyonla hastalığı gideriyoruz. Bütün bunların neticesinde yine gebelik olmayabiliyor. İşte o zaman tüp bebek yöntemine başvuruyoruz.
Tedavi süreci ne kadar sürmektedir?
Eskiye oranla bugün çok daha kolaylaştı. Hastanın durumuna göre ortalama 2 ila 3 hafta kadar sürüyor. Muayene süreci kısadır. 2-3 gün arayla bu süreçte kontroller ve tedavi yapılır. Tedavi süreci içinde hasta işte çalışabilir. İşlemler süresince bir gün anestezi vardır, o gün çalışamaz. Diğer günler işine devam edebilir. Yani bir aylık süreçte bütün işlemler bitmiş, problem kalmamışsa hamilelik gerçekleşmiş oluyor. Eskisi gibi yıpratıcı süreçler yok.
Tüp bebek tedavisine gelenler için bir ön şartınız var mı, varsa nedir?
Bizim için en önemli şart, çiftlerin evli olduğunu evlilik cüzdanı ile belgelendirmeleridir. Dini nikâh ile dahi evli olsalar kabul etmiyoruz. Önce resmi bir evlilik yapın öyle gelin diyoruz. Bu şekilde evlendirdiğimiz çok aile var. Bu hem bayan hem de çocuk için önemli bir güvencedir. Bu sayede resmi evlilik yapan kadınlar bize çok teşekkür ediyorlar.
Hiç spermi olmayan bir hasta başkasına ait bir spermle tüp bebek yapılması yönünde bir teklifle karşılaşıyor musunuz?
Çocuğu olmadığı için aile ve toplum baskısından kurtulmak için sperm bankamızın olup olmadığını soranlar maalesef oluyor. Bakıyorsunuz aile muhafazakâr ama cahil. Çocuğu olmadığı için kendisini çok kötü hissediyor. Ailesinin dağılacağından korkuyor. Ancak diğer türlüsü çok daha tehlikeli, karmaşık sonuçlar doğuracak haberi yok. Ailelerin bu konuda yeni evlilere anlayışlı olmaları gerekiyor. Tamam, toplumumuzda çocuğun çok önemli bir yeri var. Ama çocuk yapabilme durumu yoksa ne yapacaksınız. Anlayış şart.
Türkiye’de tüp bebekte başarı oranını yükseltmek, bu işin ticaretini yapmak isteyen kurumlar veya kötü niyetliler başka birisine ait spermi veya yumurtayı kullanabilir mi? Veya spermler karışabilir mi? Böyle bir vaka veya risk var mıdır? Bu konuda yasal güvence nedir?
En çok sorulan soru, tüp bebekler karışır mı? Sperm ve yumurtalar başkasıyla karışır mı?
Bizim merkezimizde her hastanın embriyosu ayrı bir dolapta üniteye konuluyor. Diğer hastanelerde olduğu gibi büyük dolap kurup raf raf ünite yapmak yerine her hastaya ayrı ünite dolabı tahsis ediyoruz. Çok aşamalı bir kontrol sistemimiz var. Karışma ihtimali sıfırdır. Zaten bunun yaptırımı da vebali de çok büyük. Hasta istesin veya istemesin başkasının spermi ile tüp bebek yapılması ülkemizde yasaktır. Dış ülkelerdeki merkezler bunu zaten yapıyorlar. Aileden habersiz hekim böyle bir şey yapamaz, yapmaz da zaten. Çünkü böyle bir durum genetik testte çok çabuk ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla hekim veya hastane böyle bir riski niye alsın? Bunun çok ciddi yaptırımları var. Hiçbir kurum milyonlarca lira dökerek kurduğu merkezini 5 – 10 bin lira için tehlikeye atmaz. Böyle bir vaka hiç duymadım. Merdiven altı yapılabilecek bir şey de değil. Bu konuda kimsenin şüphesi olmasın.
Tavsiye ettiğiniz bir yaş var mıdır?
Eğer aileler bir yıl hiç korunmamış ve de gebelik yaşanmamışsa bizim kliniğimize gelmelidirler. İllaki tüp bebek olacak değil, gebeliği engelleyen hastalık, etken ne ise onun tespiti ve erken yaşta tedavisi için gelsinler. Evli çiftlerin 35 yaşını geçmişse 6 ay içinde gebelik yaşanmamışsa hemen müracaat etmelerinde fayda vardır. Bu arada evli olmayan 18-19 yaşındaki erkekler eğer testislerinden ameliyat olacaklarsa, kanser veya başka hastalık nedenlerinden dolayı ameliyat öncesi bize gelip spermlerini dondursunlar. Ola ki ameliyat sonrası sperm üretimi durabilir, hasta çocuk sahibi olma imkânını kaybedebilir. Sonrasında çok pişman oluyorlar. Buna yasal olarak kanunlar da izin veriyor.
Tedavi sonrasında hamilelik gerçekleşsin veya gerçekleşmesin alınan sperm ve yumurtalar ne yapılıyor?
Biz alınan yumurtaların tamamına işlem yapıyoruz. On yumurta aldınızsa on tanesi de zaten döllenmiyor, 7-8′i dölleniyor. Ve her aşamada da yumurta kaybı yaşanıyor. Döllenen yumurtalarda geriye kalanlara bakıyoruz. Birinci kalite olanı rahme yerleştiriyoruz. Arta kalan yumurtalarda da birinci kalite var ise hastaya “Bunları isterseniz dondurabiliriz. Beş yıl yasal olarak saklama hakkımız var. Gebelik olmaz ise, ki düşük yaşanabilir, o zaman veya ikinci çocuğu istediğinizde, çocuğunuzun küçük yaşta vefatından sonra da kullanabiliriz” diye teklif ediyoruz. Yumurtalar 2. ve 3. kalitede ise zaten ölüyorlar, saklama durumumuz yok. Dondurulan yumurtalar için ailelerin her yıl imza vermeleri gerekiyor. Evli karı kocadan biri öldü veya boşanma yaşandı ise yumurtalar imha ediliyor. Evli aileler bizzat gelip imza vermezler ise kurumun imha etme hakkı var.
Hisar Hastanesi olarak tüp bebek yönteminde getirdiğiniz yenilikler, kolaylıklar nedir?
Bizim işimizde teknoloji ve tecrübe çok önemli. Bu açıdan baktığımızda bizim cihazlarımız en son teknolojiye uygun cihazlar. Hasta ünitelerimiz daha güvenli, bir hastanın embriyosunu alacağınız zaman diğer hastaların embriyoları dış etkilerden hiçbir zaman etkilenmiyor. Özellikle erkek kökenli kısırlıklarda çok önemli bir teknolojik üstünlüğümüz var. Her merkezde olmayan bir cihaza sahibiz. Tüp bebek merkezlerinde sperm ararken 400-450 defa büyütülerek sperm araması yapılıyor. Bizde ise 6 bin 500 defa mikroskopta büyüterek sperm araması yapıyoruz. Yani diğer tüp bebek ünitelerinde netice alamamış, sperm bulunamadı raporu verilmiş hastalar için ümit olabiliyoruz. Bu gebelik oranlarını artıran bir unsurdur. Burada daha butik hizmet alabiliyorlar. Bu üstünlüklerimize karşın her kesime hizmet sunabilmek için paket fiyatımız iğneler dahil 5 bin lira’dır.
Embriyo canlı insan kabul edilebilir mi? Bir hekim olarak görüşünüz nedir? Bir yumurta insan hüviyetine ne zaman kavuşuyor?
Aslına bakarsanız yumurta da canlıdır. Sperm de canlıdır. Önemli olan vücut dışında hayatiyetini devam ettirip ettirmemesidir. Siz o embriyoyu en fazla 5-6 gün rahim içine koymazsanız bu zaten yaşamaz. Yani embriyo dışarıda hayatiyetini devam ettiremeyecekse yumurtadan farkı yoktur. Canlı olarak kabul edemeyiz.
Hisar Hastanesi olarak teknik imkânlar ve hizmet bakımından kendinizi dünyanın neresinde görüyorsunuz?
Dünya ile aynı imkânlara sahibiz. Hatta biz ünitemizi yeni kurduğumuzdan teknik imkan ve cihazlar olarak, ilgi ve alaka bakımından hasta ile empati kurabilme açısından çok daha iyi olduğumuzu söyleyebilirim. Bize yurt dışından hastalar geliyor. Orada tedavi olmuşlar ama gebe kalamamışlar. Burada daha ilk denemede gebe kalabiliyorlar. Ben onu şuna yoruyorum; çocuğu bizim kadar önemsemiyorlar, hasta ile empati kuramıyorlar. O yüzden özellikle Avrupa ülkelerinden çok sayıda hasta bize geliyor çok da güzel neticeler alıyoruz. Bu nedenle dünya ülkelerinden bizim fazlamız var eksiğimiz yok.
Çocuğu olmayan ailelere tavsiyeleriniz nelerdir?
Sabır çok önemli. Tüp bebek yaptığımız hastalarımıza olumlu ya da olumsuz sonucu kabullenebilme çok önemli. Her şey çok iyi gidiyor, yumurta döllendi, çocuk rahme yerleşti, gelişti ama yine de yüzde yüz garantimiz yok. Olumluysa tamam sevinelim ama olumsuzsa da üzülmeyip “Hayırlısı olsun” diyebilmek lazım. Her şeyin hayırlısını Allah bilir. Sabır gerçekten çok önemlidir. Bazı hastalarımız sonucu kabullenemiyor “Niye böyle oldu?” diye irdeleyerek eşine ve kendisine sıkıntı verip psikolojik olarak yaralayabiliyor. Olanı olduğu gibi kabul ederse kendisini rahat tutarsa diğer denemede bakıyorsunuz hasta daha rahat gebe kalabiliyor. “Her işte vardır bir hayır” deriz, bu çok doğru. Bazen çok istiyorsunuz ama bakıyorsunuz sakat olabiliyor, başka problemler ortaya çıkabiliyor. O yüzden maddi ve manevi olarak psikolojimizi toplayıp yeniden denemek gerekiyor. Bakıyorsunuz birincide, ikincide olmuyor; dördüncü veya beşincide olabiliyor. Bunu belli bir sayı sınırı yok. Yirmi defa deneyip yirmincisinde, ikiz çocuğu olan doktor arkadaşımız var. Bu olabiliyor.

İnsanın Çocukla ve Çocuksuz İmtihanı: Tüp Bebek


İmam-ı Şafi Hazretleri “İlim ikidir: Beden ilmi, din ilmi” diyor. Böyle demesinin birçok sebebi olabilir. Bu sebeplerden biri doğum ve çocuğun yetişmesinde karşımıza çıkıyor. Bu nasıl mı oluyor? İnsanın kendisinden sonra istiğfar edecek bir evlat yetiştirmesi neslinin devamı ve İslamiyet’in yaşanması için önemli. Yeni doğan evladın istiğfar etmeyen biri olması, ebeveynin evlatla imtihanı, evlatlarının olmadığı durumlar ise onların çocuksuz imtihanları oluyor. Bu ikinci imtihanın halli tıp ilmini ilgilendiriyor, birincinin halli ise din ilmini.

İnsanın doğumu hem bedenle ilgili hem de ruhla ilgili bir durum. Bedenle ilgili durumun ayrıntıları tıp ilmiyle anlaşılıyor. Ruh, yani manevi yönünün ise din ilminin sınırları içerisinde araştırılması gerekiyor. Evlat hasretiyle imtihan olan aileler var. Onlar için tüp bebek meselesini araştırdık. Tüp bebek diye bilinen tekniğin araştırılması, döllenmenin laboratuar ortamında yapılmasından dolayı tıp ilmini, mahremiyet ve meşruiyet noktasında ise din ilmini ilgilendiriyor. Bu çerçevede konuyu araştırdık. İki ilim dalından, ilgili uzmanlarla konuştuk.
Bu yazımız ilk başta çocuğu olmayan aileleri ilgilendiriyor, sonra da evladı olup da onu günün zor şartlarında Allah’ın rızasına uygun yetiştirmesi gerekenler için ibret olacak. Öncelikle Hazreti Allah taktir etmediği müddetçe çocuğun doğması mümkün değil. Bunun bilinmesi gerekiyor. Ancak konunun uzmanlarıyla konuşurken kısırlık hadiselerinin son yıllarda arttığını öğreniyoruz. Çağımızda kısırlığı tetikleyen yeni birçok sebep ortaya çıkmış. Buna çare bulmak için kapı kapı dolaşan aileler var.
Bu konuda Üroloji Uzmanı Basri Çakıroğlu şunları söylüyor: “Sigara, alkol, stres, yanlış beslenme alışkanlığı, kronik hastalıkların artması kısırlığı tetikliyor. Şeker hastalığı, kanser, karaciğer ve akciğer hastalıklarıyla kan hastalıkları gibi kronik hastalıklar kısırlığın en yaygın sebeplerini oluşturuyor. Bunun yanında yüksek ısı, kullanılan bazı ilaçlar, zirai ilaçlar, radyasyona maruz kalmak, dar elbise giymek gibi sebeplerle de karşılaşıyoruz. Son olarak anatomik bozukluklar var. Bu grupta da genetik sebepler, çocukluk döneminde yumurtaların vücut içerisinde yüksek ısıya maruz kalması gibi durumlarda kısırlık görülebiliyor. Kısırlığın olmaması için bu saydıklarım üzerinden önlemler almak gerekiyor.”
Yeryüzünün kimyevî atıklarla kirlenmesi, doğal gıdaların temininin zorluğu, yan etkili ilaçların varlığı, hava kirliliği genetik rahatsızlık taşıyan bebeklerin dünyaya gelmesine sebep olmaktadır. Kimi zaman ise sperm yetersizliği ya da rahim yollarının tıkanıklığı gibi sebeplerle aileler çocuk özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Tıp ilminin ilerlemesiyle günümüzde sağlıklı yumurtaların tespiti yapılarak sağlıklı bebeklerin doğumu, tedavi veya laboratuvar ortamında döllenme ile gerçekleştirilebiliyor.
Peki, bu nasıl oluyor? Tüp bebek yöntemi nedir? Riskleri var mıdır? Dinen caiz midir? Kimler tüp bebek için başvuru yapabilir? Sadece kısır olanlar mı tüp bebek yöntemine başvurmalıdır? Tedavisi ne kadar sürer? Spermlerin ve yumurtaların çalınarak başkasına satılma tehlikesi var mıdır? Ülkemizde tüp bebek sahibi olanların yasal güvencesi var mıdır? Daha da önemlisi döllenmiş yumurtanın imhasının dinen hükmü nedir?
Bu sorular tüp bebek sağlık merkezlerinin hızla arttığı bugünlerde sıkça sorulur oldu. Çünkü bir tarafta 10 – 15 yıl, hatta 25 yıl çocuk hasreti ve tüp bebekle bu hasreti giderme umudu, diğer yanda ise Cenab-ı Allah’ın yasak ettiği bir fiili işleyerek rızasına ters düşme endişesi taşıyanlar var.
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Erdem “Evli çiftlerin spermi ile yumurtasının laboratuvar ortamında döllenmesi ve ana rahmine yerleştirilmesi esasına dayanan tüp bebek yöntemi dini bir sakınca taşımamaktadır. Mahremiyete riayet çerçevesinde caizdir. Tartışılan nokta, tedavi esnasında alınan sperm ve döllenmiş yumurta fazlasının sonradan ne yapıldığıdır.” diyerek dikkat edilmesi gereken noktanın altını çizdi.
Teselli Zekeriya Aleyhisselam
“Tüp Bebek” konusunu bütün ayrıntılarıyla inceleyeceğiz. Ancak, çocuk hasreti çekenlerin sadece kendilerinin bu durumda olmadığını İbrahim Aleyhisselam ve Zekeriya Aleyhisselam gibi peygamberlerin de çocuk hasreti ile yanıp tutuştuğunu bilmeleri gerekiyor. Zekeriya Aleyhisselam bu durum karşısında devamlı şekilde; “Beni tek başıma (evlatsız) bırakma, gerçi (vermesen de) sen, varislerin en hayırlısısın. Ya Rabbi! Bana kendi katından çok temiz bir nesil (çocuk) bahşet. Muhakkak ki sen duayı hakkıyla işitensin. (Ali İmran Süresi 38. Ayet-i Kerime)” dua ettiği Kuran-ı Kerim’de geçmektedir. Bu niyaz karşısında Cenab-ı Allah Zekeriya Aleyhisselam’ın duasını kabul etmiş ve kendisi ihtiyar, hanımı ise kısır olduğu halde, hanımı İyşa’ya Yahya isminde bir evlat vermiştir. Enbiya Süresi 90. Ayet-i Kerime’de; Hazreti Allah “Biz onun da duasını kabul edip, ona Yahya’yı armağan ettik ve eşini de kendisi için (doğurmaya) elverişli kıldık. Gerçekten bunlar (ın hepsi) hayır işlerinde yarışırlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. Onlar (gerçekten) bize karşı derin saygı gösterenlerdi.” buyurmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen bu kıssa, hem umut noktasını görmede hem de Allah’tan korkma, ona karşı derin saygı ve muhabbeti her şartta devam ettirmekte güzel bir misaldir. Evlat sahibi olmayanların umutlarını hiçbir zaman yitirmemeleri, salih evlat isteği ile günümüz tıbbının gerektiği şeylere tevessül ederek, dua ve niyazda bulunmaları onlar için daha hayırlıdır.
Bu kıssadan hareketle 22 yıl boyunca sabredip, dua ve niyazla günlerini geçiren İshak – Halime Akgün çiftinin ibretlik öyküsünü de sayfamıza taşıdık. Bütün tıbbi çarelere başvuran ancak hiçbir netice alamayan Akgün çifti, evliliklerinden tam 22 yıl sonra hiç beklemedikleri bir anda özlemini duydukları bir çocuğa, hem de Allah’ın lütfunü gösterir bir şekilde
kavuşmaları, çocukları olmayan ailelere moral ve umut verecek.
Kısırlık ve sebepleri
Eşlerin çocuk sahibi olma arzularına rağmen bir yıl içerisinde hamileliğin gerçekleşmemesine tıp dilinde “infertilite” yani “kısırlık” adı verilmektedir. Korunmayan çiftlerin yüzde 85′inde bir yıl içerisinde hamilelik oluşması beklenir. İnfertilite yanı kısırlık durumu, yüzde 30-40 arasında erkek, yüzde 40-50 arasında kadına ait sebeplerle ortaya çıkmaktadır. Çiftlerin yüzde 25′inde erkek ve kadın faktörü birlikte bulunurken, yüzde 10-15′indeki infertiliteyi ise tıp bütün araştırmalara rağmen karşılık bulamamaktadır.
Hisar İntercontinantal Hospital Tüp Bebek (IVF) Merkezi Direktörü Doç. Dr. Birgül Gürbüz, yüz yıl öncesine göre geçen her yıl kötüye gidiş olduğunu sperm sayısının 150 milyonlardan 20 milyonlara indiğini belirterek, kısırlığın sebeplerini şöyle sıralıyor: “Strech kıyafetler, aşırı zayıflık, aşırı spor, topuklu ayakkabı, sigara, Polikistik Over Sendromu, çikolata kisti, toksinler, eksoz, stres, doğal ve temiz gıdalar yerine hormonlu, yapay, katkılı, GDO’lu gıdaların tüketilmesi… ” Bunun yanında erkeklerde hormon bozukluğu, radyasyon, obezite, sıcak banyo-sauna, dengesiz diyetler, maden işçiliği, varikosel, doğumda testislerin karın içinde kalması, kadında rahim içi perde, karında yapışıklık, yumurtalıklarda kist, ur, tümör ve bozukluk, karın içi apandist ameliyatı, erken menopoz, tüplerin kapalı olmasını temel sebepler olarak sayabiliriz.”
Sağlık Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de 2 milyon kişide kısırlık bulunuyor. Türkiye’de kısırlık giderek artıyor. 150 bin evli çiftin ise tedavi için beklediği biliniyor.
Dünyada ilk tüp bebek
Kısırlık durumunun tespitinin ardından bugün tercih edilen tüp bebek tedavisi ile ilk bebek, 25 Temmuz 1978′de İngiltere’de dünyaya geldi. Dünyada yankı bulan bu gelişme tıp tarihinde yeni bir çığır açtı. Geçen 34 yılda ise dünyada tüp bebekle dünyaya gelen çocuk sayısının 5 milyona ulaştığı belirtiliyor.
Tüp bebek tedavisi nedir?
Tüp bebek, hamile kalamayan kadınlarda uygulanan bir tedavi şeklidir. Erkekten alınan sperm ile kadından alınan yumurtanın laboratuvar ortamında birleştirilmesi sonucunda oluşan embriyoların, tekrardan kadın rahmine transferi ilkesine dayanmaktadır. Tüp bebek, önceleri enfeksiyon veya cerrahi işlem sonucunda tüplerinde kalıcı hasar oluşan kadınlarda uygulanmaya başlanmış, kısa bir süre sonra ise, kısırlığa yol açan diğer hastalıkların tedavisinde de kullanılır hale gelmiştir. Bugün, endometriozis, sebebi bulunamayan kısırlık durumu ve erkeğe bağlı kısırlıkta, tüp bebek yöntemleri ile başarılı sonuçlar alınır hale gelmiştir.
Özellikle son yıllarda uygulanmaya başlanan mikroenjeksiyon yöntemi ile sperm sayısı çok düşük olan, hatta hiç sperm olmamasına karşın, testisinde sperm bulunan erkeklerin tedavisinde büyük bir başarı kaydedilmektedir.
Adım adım tüp bebek
Tüp bebek günümüz şartlarında pahalı bir tedavi türüdür. Bu sebeple evli çiftlerin bütün yolları denedikten sonra bu merkezlere başvurmaktadırlar. Tüp bebek merkezine başvuran evli çiftlere öncelikle genel bir muayene yapılıyor. Bu muayene, erkekte ve kadında ayrı ayrı yapılıyor. Her iki eş için AIDS, sarılık testi, yalnızca kadınlar için kızamıkçık testi ve kan sayımı istenir. Bütün bu testler yapıldıktan sonra tetkikler değerlendirilerek, bir tedavi planı çizilir ve bu durum evli çiftlerle paylaşılır. Alınan karara göre hangi ilaçların, hangi protokole göre uygulanacağı belirlenerek tedaviye başlanır. 2 ila 5 hafta arası değişen bu tedaviden sonra sperm ve yumurta laboratuvar ortamında döllenerek kadının rahmine konulur.
Aşılama tedavisinin farkı
Aşılama tedavisi açıklanamayan infertilite, hafif erkek faktörü, hafif endometriosis durumlarına uygulanır. Aşılama yöntemi, özel işlemlerden geçirilerek hazırlanmış sperm hücrelerinin rahim içine verilmesidir. Aşılama tedavisinde döllenme işlemi vücut içinde gerçekleşir. Tüp bebek tedavisinde ise yumurtalar vücut dışına alınır ve döllenme laboratuar ortamında gerçekleşir. Tüp bebek ve aşılama işlemlerinde yumurtaların uyarılma aşaması ise birbirine benzer.
Kadının yaşı başarıyı etkiliyor
Tüp bebekte başarı şansında kadının yaşı belirleyici bir faktördür. Otuz beş yaş altı kadınlarda hamile kalabilme şansı her denemede yüzde 50′ye kadar çıkmakta iken, 35-37 yaş arasında yüzde 40′a, 38-40 yaş arasında yüzde 30′a, 40-42 yaş arasındaki kadınlarda ise yüzde 20′nin altına düşmektedir. 42 yaş üzeri kadınlarda başarı oranı yüzde 10′un altına kadar inmektedir.
Çoklu gebelik anneyi tehdit ediyor
Tüp bebek tedavilerinde ikiz ya da üçüz gebeliklerin arttığı bir gerçektir. Buna tedbir olarak 2010 yılında
yönetmelikte yapılan değişiklikle 35 yaş altındaki hastalarda ilk iki denemede tek embriyo, diğer bütün hastalarda da en fazla iki embriyo transferine izin verilmiştir. Böylece Türkiye’de uygulanan sınırsız embriyo transferi bir miktar kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. İkiz
ve üçüz gebelikler bazı kadınlar tarafından tercih edilse bile gerek anne sağlığı gerekse bebeklerin sağlığı açısından büyük risk faktörleri içeriyor.
Genetik hastalıklara PDG yöntemiyle çözüm
Tüp bebek tedavisi uygulayan gelişmiş laboratuarlarda sağlıklı bebeklerin dünyaya gelmesi için çalışan uzmanlar önemli bir başarıya daha imza attılar. O da laboratuvar ortamında PDG (Pre-implantasyon Genetik Tanı) tekniği ile genetik hastalık taşıyan embriyoların tespit edilmesidir. Bu yöntemle genetik hastalık taşıyan embriyolar ayrılarak, sağlıklı embriyoların anne rahmine transfer edilmektedir. Yapılan araştırmalarda iyi kalitede görünen embriyolarda yüzde 35-40, kötü kalitedeki embriyolarda yüzde 85-90′lara varan oranlarda kromozomal bozukluk saptanmıştır.
PGD tekniği ile tespit edilebilen genetik hastalıklar şöyle: “Down sendromu (monozomi 21), Trizomiler, Talasemi (Akdeniz anemisi), Orak hücreli anemi, Kistik fibrozis, Tay-Sachs hastalığı, Hemofili A ve B, Retinitis pigmentoza, Alport hastalığı, al antitripsin eksikliği, Frajil X sendromu, Fenilketonuri, Epidermolizis bülloza, Duchenne musküler distrofi, Myotonik distrofi, Fanconi anemisi, X’e bağlı hidrosefalus, Akondroplazi, Nörofibramotozis, Kan uyuşmazlığı (Rh D) hastalığı, Marfan sendromu ve Hunthington hastalığı.”
Tüp bebek nereye kadar caiz?
Günümüz tıbbının verileri çerçevesinde konuyla ilgilenen İslam Hukukçularının çoğu, normal yoldan çocuk sahibi olamayan eşlerin, tüp bebek yöntemi ile
çocuk sahibi olmalarının caiz olacağına hükmetmişlerdir. Tüp bebek yönteminde belirlenen bu standartların dışına çıkılması, sperm, yumurta ve rahimden biri karı-koca dışında başka bir şahsa ait olduğu takdirde caiz olamayacağını anlatan İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Mehmet Erdem, bu konuda dikkatli olunması gerektiğini ve en hassas nokta olarak vurguladığı mevzu hakkında şunları söyledi:
“Evli çiftler tüp bebek yöntemiyle tedavi olacakları kurumu seçerken dini hassasiyeti taşıyanlarını seçmekte itina göstermelidirler.
Çünkü her ne kadar güvenlik tedbiri alınırsa alınsın erkekten alınan sperm ile kadından alınan yumurtalar tedavi süreci tamamlandıktan sonra imha edilmeyip başkasına verildiği veya deneylerde kullanıldığında ciddi bir durum ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, tüp bebek yönteminde birden fazla embriyo üretilmesi ve bunlardan bir kısmının ana rahmine konması ve diğer embriyoların yok edilmesi ya da araştırmalarda ve bazı hastalıkların tedavisinde kullanılması, tüp bebek konusunu dini açıdan yeniden tartışılır hale getirmektedir.”